Spartathlon 2019 Yarış Raporu
Fotoğraf: Can Özbek - Mert ile beraber
35,5 saat süren zorlu mücadele sonrası finişin mutluluğunu yaşıyoruz
“The fight is won or lost far away from witnesses -
behind the lines, in the gym, and out there on the road, long before I dance
under those lights.” – Muhammad Ali
“Dövüş, izleyicilerden çok uzakta, arkalarda, spor
salonunda, yolda - ve ben o ışıklar altında dans etmeye başlamadan çok önce -
kazanılır veya kaybedilir.” – Muhammad
Ali
Spartathlon,
birçoklarına göre dünyanın en prestijli, en zor yol ultra maratonu. Gerçekten
en zoru olup olmadığını bilmiyorum ama benim için bütün yarışların üzerinde ve
özel olduğunu söyleyebilirim. Bu raporda sadece Atina’dan başlayıp Sparta’da
son bulan 246K’lık zorlu bir maceranın hikayesini değil, Spartathlon yarışını
öğrendiğim günden koştuğum zamana kadar olan süreci anlatmaya çalıştım. Bu aynı
yarışın kendisi gibi uzun bir yazı olacak.
Yarış neden Atina’dan başlıyor ve neden
Sparta’da bitiyor? Neden 246K? Neden 36 saatlik tamamlama süresi var? Veya
neden Eylül ayının sonunda yapılıyor? diye düşünüyorsanız alttaki paragrafı
okuyabilirsiniz. Eğer yarış hakkında zaten bilgi sahibiyseniz bu kısmı
atlayabilirsiniz.
Yarışın tarihinden ve nasıl ortaya
çıktığından çok kısa bahsedecek olursam, ünlü Yunan tarihçi Heredotus’un
kayıtlarına göre M.Ö 490 yılında sayıca çok üstün olan Pers ordusu Atina’yı
kuşatıyor. Atina ordusu da kendilerinden daha güçlü olan Pers ordusu ile baş
edebilmek için dönemin en güçlü savaşçılarını yetiştiren Spartalılardan yardım
istemek amacıyla, en iyi koşucuları olan Pheidippides’i Atina’dan yaklaşık 250K
uzaklıktaki Sparta şehrine gönderiyorlar. Pheidippides ertesi gün ağarmadan
Sparta’ya ulaşıyor ve yardım talep ediyor. Spartalılar dini bayramları
olduğunu, ancak 9 gün sonra gelebileceklerini söylüyorlar, ve Pheidippides aynı
yoldan geri koşarak Atinadaki Yunan ordusu krallarına bu durumu bildiriyor. Yunan ordusu bu sürenin çok fazla
olduğunu düşünerek Pers ordusu ile savaşmaya karar veriyor ve savaşı kazanıyor.
1982 yılında ise Yunan tarihine oldukça ilgi duyan İngiliz Kraliyet Hava
Kuvvetlerinde asker olan John Foden bu olayın gerçek olup olamayacağını anlamak
için dönemin tarihçileri ile Pheidippides’in koşmuş olabileceği rotayı
çıkararak, 2 arkadaşı ile beraber rotayı koşuyor ve yaklaşık 40 saat civarında
tamamlamayı başarıyor. Böylece 1983 yılından itibaren Pheidippides’in koşuyu
gerçekleştirdiği tarih olan Eylül ayının son haftasında, 246K’lık ve 36 saat
zaman limiti olan Spartathlon yarışı düzenlenmeye başlanıyor.
Yarış ile ilgili
daha detaylı bilgi isterseniz abim Aykut Çelikbaş’ın 2014 yılında blogunda
yazdıklarını bu linkten okuyabilirsiniz.
***
27 Eylül 2014, saat
15:30 suları.
Evet yaklaşık 5 yıl
önce, Sparta kasabasındaki Kral Leonidas heykelinin önündeki 500 metrelik
bulvarın ucunda birinci Spartathlon yarışını bitirmek üzere olan abim Aykut'u
heyecan içinde bekliyordum. Atina’dan başlayıp Sparta’ya gelen koşucular birer
birer geçerken sanki yarışı kendim koşmuş gibi heyecanlıydım ve kalp atışlarım
git gide hızlanıyordu. Ancak abim bir türlü gelmiyordu. Orada beklediğim süre
çok uzun gelmişti ve bu süre esnasında düşündüğüm çok şey vardı. Bunlardan biri
de bir gün buradan finiş noktasına kendimin geçip geçemeyeceği idi. Bu
düşüncenin kendisi bile nabzımı yükseltiyordu. Hemen sonrasında yarışın kendi
zorluğunun dışında, kuraya girebilmek için gereken kabul kriterlerinin bile ne
kadar zorlu olduğu aklıma geliyor hemen gerçek dünyaya dönüyordum. O zamanlar
koşmaya başlayalı sadece 2 yıl olmuştu ve ilk ultramaratonumu yeni koşmuştum.
Bu düşünceler içindeyken ileride abim görünüyor, yanıma gelince bayrağı ona
veriyorum ve arkasından koşarak yarışı bitirip mutlu sona ulaşmasını kameraya
alıyordum.
Fotoğraf: Adventure - Abim Aykut
Çelikbaş 2014’de ilk Spartathlon finişine çok yakın. Ben de arkada bunu
kameraya alırken aynı duyguları yaşayabilme hayali kuruyorum.
O zamanlar bunu
bilmiyor olsam da, aslında benim Spartathlon maceram bu şekilde başlıyordu.
Aylar önce okuduğum bir kitapta, insan beyninin karar verme eylemini biz
farkında olmadan çok daha önceleri yaptığından bahsediyordu. Örneğin
mağazaların birinde güzel bir giysi gördünüz ve beğendiniz ama almadan geçip
gittiniz. Eğer o elbiseyi gerçekten almayı istiyorsanız beyin onu gördüğünde o kararı almış oluyor
ama o anda siz onun farkında olmuyorsunuz. Eve gidip bu kararı kendinize kabul
ettirmeniz sadece alınmış bir kararın dışa yansıması oluyor ve bir kaç gün
sonra gidip elbiseyi alıyorsunuz. Bunu anlatmamdaki sebep şu, o gün sanırım ben
farkında olmasam da beynim orada bu kararı almıştı. Sadece ne zaman
gerçekleşeceğini bilmiyordum ve elbette kendimi buna ikna etmem gerekiyordu.
Koşan hemen
herkesin başına gelmiştir, eğer ulaşmak istediğiniz bir yarış hayaliniz veya
hedefiniz var ise bazı antrenmanlarda veya sonrasında bunu düşünüp yapıp
yapamayacağınızı belli hesaplamalar yardımı ile tartarsınız. Şu kadar mesafeyi
şu hızda koşabiliyorsam, şu anda hala enerjim var ve kendimi iyi hissediyorsam,
şu kadarı nasıl olur gibi.. İşte ben de aradan geçen 2 yıl sonrasında çok nadir
de olsa ara ara Spartathlon kalifikasyon kriterlerine bakıp bu tip hesaplamalar
yapmaya çalışıyordum. Bu belki kendimi buna ikna etmeye çalışma çabasıydı, ama
bu işler tabii bu kadar kolay olmuyor. Her bir kalifikasyon kriteri birbirinden
zordu ve o zamanlar benim için ulaşılması pek de mümkün görünmüyordu.
2017 yılının
başında Toronto, Kanada'ya taşındım. Yeni ülke, yeni çevre, yeni kültür zorlu
bir süreçti. Bu streslerden pek fazla koşmaya zaman ayıramıyordum. Motivasyonu
arttirabilmek için yaşadığım civardaki ve Kanada genelindeki koşu yarışlarını
araştırmaya başladım ve abim Ottawa'daki
Sri Chinmoy Self Transcendence 24 saat yarışını gösterdi. Yarışa bakarken
Spartathlon için kura kalifikasyonlarından biri olan 100K'yı 10 saatin altında
koşup koşamayacağımı düşünmeye başlayıp bu yönde antrenman yapmaya başladım.
Yaklaşık 5 ay gibi bir süre vardı ve bu süre yeterince iyi antrenman yapılırsa
gayet yeterliydi. Bu zaman dilimini çok güzel değerlendirdim ve istikrarlı
şekilde çalışarak Temmuz 2017'de 100K’yı 9 saat 40 dakika koşarak Spartathlon
kalifikasyonunu aldım. Ancak yarış sonrasında ve hatta aylar sonra dahi hep
düşündüğümde Spartathlon'u bitirmek hala hayaldi. Çünkü Ottawa'daki yarışı 29-30
derece sıcakta ve %80 nemde koşmuştum, aslında bu değerler Spartathlon'un
standart hava şartlarına çok yakındı. Bu açıdan iyi bir kıstastı ancak 100K'da
durduğumda bırakın 150K'yı, 20-30 km bile gidecek halim yoktu. Bu düşünce
aklımı aylarca meşgul edecekti.
2018 yılının
başında kuraya başvurdum ancak ismim çıkmadı. Ben de kendime başka yarış
hedefleri seçtim ama asıl hedefim belliydi. 2018 yılında da Ottawa'daki Siri
Chinmoy 24 yarışında sadece 10 saat altında bitirmeye odaklanarak 100K'yı
9:52'de koştum. Bu seferki biraz daha yavaştı çünkü dört hafta önce Quebec’te
100K, 5000 metrelik bir patika yarışı koşmuştum.
Her ne kadar genel
durumum geçen yıla göre daha iyi olsa da hala 246K'yı 36 saat içinde tamamlamak
için yeterli değildi. 2019 yılının başında 2. kez kuraya başvurduğumda bu kez
kurada çıkma şansım 2 kat fazla idi ve öyle de oldu. Kura sonuçları
açıklandığında Turkiye’den ilk defa yarışa 3 kişi katılacaktık. 2019’da beşte
beş yapmaya çalışacak olan abim Aykut
Çelikbaş, 2017'de ilk kez koşan ve bitiren Mert Derman ve ilk Spartathlon
yarışını koşacak olan ben. Açıkçası ismimi katılımcı listesinde gördüğüm zaman
çok karışık duygular içindeydim; korku, heyecan ve mutluluğu bir anda
yaşıyordum. Ama sonralarda bu duyguların sadece bende olmadığını, başta ilk kez
katılanlar olmak üzere katılan herkesin benzer şeyler hissettiğini öğrendim.
Artık hazırlanma sürecine bir an önce başlamam gerekiyordu. Sadece antrenman
hacmini arttırmak değil, sakatlanmadan sağlıklı şekilde start çizgisinde olmak
da çok önem kazanmıştı. Spartathlon yarışında yarışabilecek olmak başlı başına
çok özel bir şeydi ama bunu daha da özel hale getiren ise aynı yarışta iki
kardeş beraber koşacak olmamızdı. Dolayısı ile ikimiz de bitirebilirsek tarihte
çok ender yaşanmış bir şeyi de başarmış olacaktık.
Aslında kura
açıklanmadan önce motivasyon olması açısından Amerika'da Mayıs ortasında
yapılacak oldukça zor bir 100 mil patika yarışı olan Cruel Jewel 100’e
kaydolmuştum. Ama aklımda elbette hep Spartathlon vardı. Hatta Amerika'daki
yarışı koşarken dahi bambaşka karakterlerde yarışlar olmasına rağmen, 80K, 100K
ve 160K sürelerime bakıp Spartathlon’u bitirebilmenin ne kadar mümkün olduğunu
anlamaya çalışıyordum.
Haziran ayı
ortasında bir önceki yılın tamamında koştuğum mesafeyi geçmiştim ve fiziksel
olarak hayatımın en iyi dönemindeydim. Temmuz ve Ağustos aylarında da
antrenmanları arttırarak devam ettim. Temmuz-Ağustos aylarında 3 hafta
Türkiye'ye tatile gittim, bu hem moral açısından hem de abim ve yarışta destek
ekibim olacak Suna ve Caner ile planlama yapabilme açısından çok iyi oldu.
Kanada’da antrenman koşularımın neredeyse tamamını yalnız yaptığımdan
Türkiye’deki dönem benim için çok güzel geçti. Hem arkadaşlarımla hem de abim
ile koşma fırsatını buldum. Çeşme’de geçirdiğim 15 günde abim ile toplam 400K
koştuk. Sonuçta Ağustos ayının başında eğer bir aksilik olmadan starta
gidebilirsem bitirmek için gereken fiziksel kapasitede olduğuma inanmaya
başlamıştım.
Bu yarış için
mental olarak özel bir çalışma yapmadım, çünkü zaten bu yarış benim için her
şeyin üzerinde idi ve ekstra motivasyona ihtiyacım yoktu. Eğer yarışa
başlayabilirsem ancak zaman limitine yakalanmak yarışı bitirmemi
engelleyebilirdi. Ama beni düşündüren bir nokta, koşan bir çok kişinin yaptığı
gibi yarışı parçalara bölüp düşünmeye başladığım zamanlarda 180K'dan sonrasına
geldiğimde bir belirsizlik olması idi. Bu mesafeden sonrası için herhangi bir
plan düşünemiyordum. Belki daha önce bu mesafeden fazla koşmamış olmamdan ya da
172K'ya kadar zaman limitlerinin çok çok sıkı olmasından dolayı.
Ben bu yarışa
Türkiye'den katılan 3. Kişiydim. Bunun benim için büyük bir avantajı vardı.
2014'de ilk kez katılan abim yarışı daha önce görmemişti ve Türkiye'den daha
önce katılan kimse de olmadığı için ancak İnternet üzerinde bulabildiği sınırlı
sayıda rapor üzerinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Daha sonra 2017'de
katılan Mert de yarışı görmemişti ama en azından onun erişebileceği rapor
sayısı daha fazla olmuştu ve en önemlisi abim ile konuşma ve bir çok şeyi
öğrenme imkanı oldu. Ben ise 2014 ve 2015 yıllarında abimin destek ekibinde yer
aldım. Dolayısı ile kayıt sürecinden yardım istasyonlarını, start-finişi,
yarışın tüm atmosferini ve parkurun %90'ını gözümle görme imkanım oldu. Bu
gerçekten büyük bir artı idi. Tek görmediğim yer 159. km’deki dağ çıkışı idi, orayı da abime soruyordum.
Bana çok da aşırı zor olmadığını söylüyordu, dolayısı ile çok üzerinde
durmuyordum, ne de olsa patika ultralarında deneyimim vardı ve nispeten kısa
bir çıkış idi. Bu dağ çıkışına ileride daha detaylı değineceğim.
Yarış 27 Eylül Cuma
günü başlıyordu. İstanbul'dan geliyor olsam belki Çarşamba öğlen gibi Atina'da olabilirdim ancak Toronto'dan 10 saatlik uçak yolculuğu yapacağım için biraz
daha erken gelmek istedim. Hem jetlag’i atlatmak hem de uçakta kapabileceğim
olası bir mikroptan kurtulabilecek zaman yaratmak için. Daha önceki yarış
raporlarında uçaktan mikrop kapan bir çok kişi olduğunu okudum. Böyle bir
yarışa giderken insan paranoyak olabiliyor. Yarış haftası Pazartesi öğleden
sonra Toronto’dan yola çıktım ve Salı sabahı 9:20 gibi Atina’ya indim. Şans
eseri abimin uçağı da aynı zamanda iniyordu. Hatta pasaport gişesinde
karşılaştık, ayarlasak böyle denk getiremezdik.
Fotoğraf: Aykut Çelikbaş - Atina
havalimanında buluşma
O gün Atina'daki tüm
otobüs şoförleri bir günlük grev yaptığından otobüs kullanamadık, dolayısı ile
taksi ile otelimize gittik. Spartathlon yarışının kayıt ücreti içinde Çarşamba
gününden itibaren 6 gün otel konaklaması ve tüm yemekler (sabah, öğle, akşam)
dahil. Koşucular, Glyfada bölgesindeki 4-5 otele ülkelere göre yerleştiriliyor.
Bu yıl Türk takımı olarak İngiltere, Çekya, Polonya, Fransa, Norveç,
Filipinler, İrlanda, Portekiz, Paraguay gibi ülke ekipleri ile beraber kalacaktık. Biz Salı
günü Atina'da olduğumuzdan aynı bölgedeki otellerden birinde 1 gecelik otel
rezervasyonunu önceden kendimiz yaptırmıştık. Salı günü otele geçtikten sonra
biraz dinlendik ve öğlen yemek için Glyfada şehir merkezine gittik. Geçtiğimiz
yıl yarış günü kasırga ve anormal bir yağmur vardı ancak bu yıl tam tersi
havanın aşırı sıcak ve nemli olacağı görünüyordu. Salı günü çok sıcak ve
nemliydi. Bütün gün ara ara yağmur yağdı. Akşam yemekten önce abim ile beraber
kısa bir koşu ile uçak yorgunluğunu attık ve yemeği otelde yiyerek odaya
dinlenmeye çekildik. 10 saatlik uçak yolculuğundan ve saat farkından dolayı çok
uykum gelmişti. Hemen uykuya daldım ancak o akşam çok iyi uyuyamadım. Neyse ki
jetlag'in etkileri ertesi gün iyice azaldı.
Çarşamba günü sabah
yine kısa bir koşu sonrasında kahvaltı yaptık ve organizasyonun belirlediği
otele geçtik. Türk takımı olarak 3 kişi olduğumuzdan üçümüze bir oda
vermişlerdi ancak Mert destek ekibi ile son hazırlıkları yapmak için daha
önceden ayarladıkları evde kalmaya karar vermişti. Yarış kayıt işlemleri
çarşamba günü 10:00'da başlıyor ve Perşembe günü öğlene kadar sürüyor. Biz
Çarşamba saat 10 civarında kayıtların yapıldığı Fenix oteldeydik. Burada sağlık
raporunu teslim ediyorsunuz, ve yarış numaralarınızı alıyorsunuz. Ayrıca eğer
destek ekibiniz var ise onlar için arabalarına destek ekibi olduğunu gösteren
çıkartmaları almanız gerekiyor.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış
kitlerinin dağıtımından bir kare
Abim 5. kez
katıldığı için hem çok arkadaşı vardı hem de daha önce İngilizce yazdığı yarış
raporları (http://www.aykutcelikbas.com/search/label/Spartathlon)
Spartathlon resmi sitesinde yayınlandığı için neredeyse herkes onu tanıyordu.
Bazılarını ben de 2014 ve 2015 yıllarından hatırladım. Ortam bir aile havasında
idi, bir çok kişi birden fazla kez katıldığı için çok sıcak bir atmosfer vardı.
Yol ultramaratonları denince orada belki de dünyanın en iyileri bir arada ve
koştukları yarışlar, mesafeler, süreler akıl almaz düzeylerde ama ne bir ego,
ne bir kibir söz konusu... Dünya 24 - 48 saat şampiyonları, ülke milli
takımlarındaki koşucular, UTMB gibi patika yarışlarında ilk 30'larda olanlar,
100 mil dünya rekortmeni Zach Bitter, Spartathlon’u arka arkaya 19 kere bitiren
Andras Low vs gibi insanlardan bahsediyorum. Muhtemelen koşu kariyeri olarak
oradaki en mütevazi kişilerden biri bendim. Zaten bunu buraya gelmeden
biliyordum, dolayısı ile bu beni çok strese sokmadı. Bu insanlar ile aynı
yarışta koşabilecek olmak bile benim için müthiş büyük ayrıcalıktı. Ayrıca
abimin tanıştırdığı herkes beni inanılmaz yüreklendirdi. Konuştuğum bir tanesi
bile daha önce hangi yarışları koştuğumu sormadı bile. Yarışa katılma hakkını
alıp burada olmam onlar için yeterliydi.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış kitlerinin dağıtımından bir kare
Kayıt işlemleri
bittikten sonra otele döndük, destek ekibim olacak Suna ve Caner de gelmişti.
Hep beraber otelin lobisinde oturup yarışı konuştuk ve son detayları planladık.
Hangi yardım istasyonunda ne yiyeceğim, kıyafet değiştirip değiştirmek
istemediğim, kafa fenerini ne zaman almayı planlıyorum, hangi zaman
aralıklarında ilerlemeyi planlıyorum vb bir çok şeyi konuştuk.
Bu yarışın en
önemli özelliklerinden biri, 246K’da 74 tane istasyon olması ve her bir
istasyonun zaman limiti olması. Dolayısı ile sürekli hızlı hareket etmek
zorundasınız yoksa limite takılarak yarış dışında kalıyorsunuz. Destek ekibine
bu 74 noktanın sadece 14'ünde koşucularına destek vermesi için izin veriliyor.
Bu noktaların dışında kesinlikle yardım alamazsınız, destek ekibi yanınızda
araba ile gelemez aksi halde diskalifiye olursunuz. Yarış esnasında çok fazla
yarış görevlisi araba ile bu durumu kontrol ediyor.
Perşembe günü genel
olarak bırakma çantaları (drop bag'lerin) ve diğer eşyaların hazırlanması ile
geçti. Ekibe sabah abime destek olmaya gelen Budak da katıldı ve ekip
tamamlandı.
Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Perşembe
günü son hazırlıklar tamamlanmak üzere
Her şeyi
hazırladıktan sonra hep beraber saat 17:00'de İngilizce yapılacak olan yarış
brifingine gittik. Yarış brifingi 30 dk olarak önce Yunanca daha sonra Japonca,
en son İngilizce olarak yapılıyor. Bu benim koşucu olarak ilk ama toplamda 3.
yarış brifingim olacaktı. Brifingde özellikle yarışın çok sıcak ve nemli bir
havada geçeceğinin altı çizildi. Sonuçta bu bir ultramaraton ve dayanıklılık
yarışı ve hava durumu hiçbirimizin kontrol edebileceği bir durum değil.
Dolayısı ile şartlar ne olursa olsun ona uyum sağlamak da bu işin bir parçası.
Ancak havanın normalden daha sıcak ve nemli olması yarış planlarımı tekrar
gözden geçirmemi gerektirdi. Bu konuyu yarışı anlattığım ilerleyen bölümlerde
bahsedeceğim.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - İngilizce
yarış brifinginden bir kare
Fotoğraf: İngilizce yarış brifinginden hemen sonra
Spartathlon direktörü Kostis Papadimitriou ile hatıra fotoğrafı
Fotoğraf: İngilizce yarış
brifinginden sonra Spartathlon Türk ekibi olarak hatıra fotoğrafımız
Akşam üzeri yemeği
yiyerek ekip ile sabah görüşmek üzere vedalaştık ve uyumaya çekildik. Bir
önceki gün çok güzel uyuduğum için çok endişeli değildim. Sabah otobüsler
otellerden koşucuları 6'da alarak yarışın başladığı Akropol’e götürüyor.
Kahvaltı, son hazırlıklar vs. için saatimizi 4:50'ye kurarak yattık. 30-40 dk
kadar uykuya dalmakta zorluk çektim, açıkçası kendimi çok heyecanlı
hissetmememe rağmen kalbimin her bir atışını bütün vücudumda hissediyordum.
Herhalde onca zaman beklediğim anın gelmesinin bir yansıması idi. Çok fazla
dert etmedim ve başka şeyler düşünmeye çalıştım. Bir süre sonra uykuya dalmışım
ve gayet güzel dinlenmiş şekilde uyandım.
Kahvaltıya indiğimizde
herkesin yüzünde biraz gerginlik hissediliyordu. Ne kadar deneyimli, ne kadar
hızlı ve güçlü olursanız olun her yarış ayrı bir bilinmez, ayrı bir mücadele.
Kimse için bir garanti yok.
Saat tam 6'da
arabalara bindik ve Akropol’e doğru yola çıktık. Yolda Suna ve Caner'e 80K'ya
planladığımdan daha geç gelmeyi planladığımı, dolayısı ile endişe etmemelerini
söyledim. Çünkü Spartathlon kalifikasyonu için Ottawa'da 100K koşarken hava hem
inanılmaz sıcak hem de çok nemli idi ve bu şartlarda koşmanın vücuda ne gibi
etkileri olduğunu çok iyi biliyordum.
80K'nın zaman limiti 9,5 saat. Ben ilk planımda 8-8:15 gibi varmayı
hedefliyordum ancak bunu 8:30, hatta 8:45 olarak kafamda düşünmeye başladım.
Eğer bir şekilde bu plana uyabilirsem ve enerjimi koruyabilirsem hava
karardığında alabildiğim kadar yol almak yeni planım olmuştu.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış sabahı
Akropol’e doğru giderken
Saat 6:30 gibi
Akropol’e vardık, Mert'ler de gelmişti ve hep beraber hatıra fotoğraflarımızı
çektirdik. Artık son dakikalar yaklaşıyordu, kendime son bir kez buraya kadar
bile gelebilmenin büyük bir iş olduğunu, start çizgisine kendi ölçülerim
dahilinde fiziksel ve mental olarak en iyi şekilde geldiğimi, bu çok özel
yarışta dünyanın en iyileri ile beraber ve hepsinden önemlisi kardeşim ile
koşabilme ayrıcalığını elde ettiğimi hatırlattım. Artık bundan sonrası, bunca
senedir beklediğim anın keyfini yaşamak ve elimden gelenin en iyisini yapmaktı.
Fotoğraf: Budak Timuralp - Akropol’de
yarışın öncesinde hatıra fotoğrafları
Fotoğraf: Budak Timuralp -
Akropol’de hatıra fotoğrafları
Fotoğraf: Suna Altan - Akrpol’de yarışın
öncesinde hatıra fotoğrafları
Fotoğraf: Budak Timuralp - Acropolis’te
yarışın öncesinde hatıra fotoğrafları
Saatler tam 7:00'ı
gösterdiğinde Sparta'daki Leonidas heykelinde son bulacak uzun ve zorlu
yolculuğumuz başladı. İlk iki kilometrenin iniş olmasının etkisi ile biraz
hızlı koşmaya başladık, sonra yavaş yavaş hızımızı azalttık. Türk ekibi olarak
beraber ilerliyorduk ancak bir süre sonra abim ile ben biraz daha yavaşladık.
Mert aynı tempo ile giderek uzaklaştı ve gözden kayboldu. Biz yaklaşık
5:05-5:15 pace'lerde ilerliyorduk ama 246K'lık mesafe göz önüne alındığında bu
hızlar bile benim için çok hızlı idi. Bir süre abim ile beraber koştuktan sonra
yaklaşık 10. Km'de herkesin kendi hızında devam etmesi için ayrılmaya karar
verdik. Sparta’da görüşmek üzere sözleştikten sonra ayrıldık.
Yarışın ilk
kilometreleri Atina içinden geçerek otoyola bağlanıyor. İlk inişten sonra çok
eğimli olmayan uzun bir yokuş var. Sonrasında yine çok uzun bir yokuş aşağı ile
otoyola bağlanıyor ve uzunca süre düz şekilde ilerliyor. Buralarda manzaralar
çok da güzel değil açıkçası ama koşarken etrafıma ve geçen koşuculara bakıp
hangi ülkeden olduklarını anlamaya çalışıyordum. Hava çok nemli ve koşan
herkesin üstü terden sırılsıklam olmuş halde. Her 4-5 km civarında bir istasyon
ve ona ait zaman limiti var. Hepsinde mutlaka bir su içmeye çalışıyordum çünkü
sıcak ve nemden dolayı aşırı su kaybediyorduk.
Bundan sonraki
yardım istasyonlarında kola içmeye başlayıp 15K ile 25K civarlarında bir tane
jel aldım. İlk yarı maraton çok hızlı bitti. Burada bir okul önünden geçiyoruz
ve okulun önünde çocuklar öğretmenleri ile beraber sıra olmuş geçen koşucuları
alkışlayıp destek oluyor. Bu manzaraların hepsini 2014 ve 2015'den
hatırlıyorum, sanki yarışı 3. kez koşuyorum. 30K civarlarında yavaş yavaş güneş
bulutların arasından kendini göstermeye başlıyordu. Kendi kendime en azından bu
noktaya kadar direk güneşe maruz kalmadığımız için şanslıyız diye düşünüyordum.
Yanıma güneşten
korunmak için beyaz ince kolluk almıştım ama 30K güneş kendini iyice
hissettirene kadar giymemiştim. Güneşin çıkması ile ortam bir anda sıcaktan
yakıcı hale geliyor. Artık istasyonlarda sadece bol su içmiyorum, su
kovalarındaki süngerler ile kollarımı başımı yüzümü ıslatıyorum. Bu civarlarda
kolluklarımı taktım, onları ıslatmak iyi oluyor çünkü derimden daha uzun süre
ıslak kalıyorlar ve derim güneşe direk maruz kalmıyor. Ayrıca bazı
istasyonlarda buz bulursam içlerine atıyorum. 35K civarında bir rafineriden
geçiyoruz, çok kötü koku var. Mert'in 2017'deki raporu aklıma geliyor, orda
bundan bahsetmişti. Neyse ki birkaç kilometre sonra bitiyor. Maraton noktasına
yaklaşıyorum, burası destek ekibini ilk göreceğim nokta, ama durmayacağım çünkü
80K 'ya kadar jel ve kola ile gidebilirim diye düşünüyorum. Normalde 30-35K’ya
kadar olan antrenmanlarımda sadece su içiyordum.
41K civarında
önümdeki koşucular kaldırıma çıktı, onlar çıkınca ben de çıktım. Bir süre sonra
koşarken bir anda ne olduğunu anlamadım ve kendimi yere kapaklanmış şekilde
buldum. Yere düştüğümde sağ diz kapağımı yere çok kötü vurdum. Yerden kalktım
ama bir 10 saniye kadar durdum, hiç beklemediğim bir şekilde düştüğüm için
tökezlediğimde kaslarım çok sarsıldı. Kalktığımda ilk önce ne olduğunu anlamaya
çalıştım, çünkü dümdüz kaldırımda koşuyordum. Geri baktığımda elektrik
direklerinin kaldırıma monte edildiği demir plakaya ayağımın takıldığını
gördüm. Sonra biraz sekerek koşmaya devam ettim ve ağrı geçince normal koşu
formuna döndüm.
42K da tüm destek
ekiplerini görmek harika oldu çünkü abim ve Mert benden 10-15dk kadar önce
geçmişti. Bir lokma sandviç ve yarış
öncesi aldığım turşudan yedim. Ama bir de ne hissedeyim, turşu acıymış! Destek
ekibi hemen çıkar dese de yedim, acıyı severim ama sonraki istasyonlarda
elbette bir daha ondan yemedim.
Fotoğraf: Budak Timuralp - 42K’daki destek ekibinden yardım
alabildiğimiz ilk istasyon
Suna ve Caner
sağolsun bana sonra başka turşu hatta yeşil zeytin de almışlar. Tuz için ikisi
de çok iyi. Daha önce yarışlarda turşu yiyenleri çok görüyordum ve turşuyu çok
seven biri olarak ilk defa Amerika’da koştuğum yarışta denedim ve çok da iyi
geldi.
42K'dan çıktıktan
sonraki ilk hedefim 50K'ya ulaşmak, sonra 80K’daki ana destek istasyonuna
ulaşmaktı. Aradaki mesafe çok olduğundan mesafeyi kafamda 10K’lık parçalara
böldüm. Dolayısı ile 50K’dan sonraki ilk hedefim 60K, ondan sonra 70K olacaktı.
52K'ya kadar fena gitmiyordum ama sıcaklık kendini çok kötü hissettiriyordu,
bacaklarda da artık bir ağırlaşma hissediliyordu. Koşarken yanımdan biri
geçiyor, kendisini ben iyi tanıyorum ama tabi o beni tanımıyor. Yanımdan geçen
kişi Spartathlon yarışını anlattığı ULTRA belgeselinin yönetmeni Macar Balazs
Simonyi. Yanına yaklaşıp “sen “ULTRA” belgeselinin yönetmenisin değil mi?” diye
soruyorum. “Evet” diye cevap verince kendimi tanıtıyorum. Abimin iyi arkadaşı
olduğu için Aykut'un kardeşi olduğumu, ilk defa koştuğumu söylüyorum. Biraz
beraber koştuktan sonra biraz yavaşlıyorum. O çok güçlü şekilde ilerliyor.
Yarışı 26 saat gibi inanılmaz bir sürede bitirdiğini sonra öğreneceğim.
Fotoğraf: Budak Timuralp - 42K
istasyonundan ayrıldıktan sonra, diğer istasyona desteğe giden Budak’ı yanımdan
geçerken selamlıyorum.
52 km ile 58 km
arası en zor geçen bölümlerden biri oluyor benim için. Koşmaya çalışıyorum ama
bir süre sonra yürümek istiyorum. Bu bölümdeki iniş çıkışların da etkisi var
sanırım ama asıl zorluk tam tepeden vuran yakıcı güneş. Yarış sonrasında öğlen
saatlerinde herkesin çok çok zorlandığını ve çeşitli problemler yaşadığını
öğreneceğim. Kendi kendime 60K'ya kadar geldikten sonra sadece 20K kalacağını
hatırlatıyorum ama uzun süre koşmakta zorlanıyorum. Biraz yürümenin bir sorun
olmadığını, 80K ya 8:40 gibi bile gitsem normal olduğunu düşünüp rahatlamaya
çalışıyorum. Ama etrafımdaki herkes koşuyor veya bana öyle geliyor.
Paniklemiyorum ama onların bu havada zorlanmadan koşmaları ilginç geliyor
(Elbette herkes zorlanıyordu ama o anda sanki tek zorlanan benmişim gibi
hissediyordum).
Fotoğraf: Sparta Fotoğraf Kulübü - 45-50K arasında
bir noktada koşarken.
Bir şekilde 60K
geliyor, 62K civarlarında yanıma Amerikan takımının kaptanı, abimin de çok iyi
arkadaşı olan Andrei Nana geliyor. Onunla beraber koşmaya başlıyorum ve sohbet
ile 3-3,5K çok güzel akıyor. Havanın çok sıcak olduğunu söylüyorum ama o
Miami’de yaşadığı için onun için normal şartlar. 64-65K gibi kısa bir yürüme
molası veriyorum ve Andrei devam ediyor. Biraz sonra Motor Oil diye çok büyük
bir rafineri bölgesine geliyoruz. İzmit'in rafineri bölgesi gibi ama o iğrenç
koku da ne! Cehennnem sıcağı ve nem üzerine bu koku çok zorluyor. Neyse ki 2-3K
sonra geçiyor artık 70'lerdeyim. 80K'ya yaklaştığım için kendimi biraz daha iyi
hissediyorum. Hesaplarıma göre 8:30 civarlarında 80K istasyonu olan Hellas
Can'da olabilirim. 77.5 km’de insan eliyle yapılan Corinth Canal köprüsünden
geçiyorum. Muhteşem bir görüntü, durup fotoğraf çekmek istiyorum ama zamanla
yarıştığım için vazgeçiyorum. İnternette yeterince fotoğraf var!
Fotoğraf: Budak Timuralp - Corinth
Canal’ın muazzam görüntüsü
Sonra çok hafif
yokuşlu bir 2.5 km var, bitmek bilmiyor. Yürü koşlar ile bir şekilde geçiyorum.
80K’ya geldiğimde Caner beni karşılıyor. Kendisine çok sıcak olduğunu sürekli
koşmakta zorlandığımdan yakınıyorum. Bana gayet iyi gittiğimi herkesin perişan
olarak 80K'ya geldiğini söylüyor.
80K istasyonu ana
istasyonlardan biri olduğundan hep çok kalabalık ama bu yıl fazlası da var.
Araba için park yerini biraz ileride bulabilmişler, 100 metre kadar beraber ilerliyoruz.
80K’ya 8:22'de giriyorum, benim için bu hava şartlarında çok iyi ama daha 160K
daha var, ne kadar enerjim kalmış 28 saat sonra göreceğiz. Burada Caner ve Suna
bana çok güzel püre ve pilav yapmışlar. Yoğurtla beraber yedikten sonra biraz
turşu biraz zeytin yiyorum. Bacaklara masaj yapıyorum ama quadlarım gereğinden
fazla yıpranmış. Yaklaşık 12-13 dk sonra tekrar yola çıkıyorum.
Fotoğraf: Suna Altan - 80K istasyonundan
100 metre kadar ilerideki arabaya doğru gelirken
Zaman limitinden 50
dk ilerideyim. İlerleyen kısımlarda rahatlamak için bu süreyi arttırmak
istiyorum. Midem dolu olduğu için istasyon sonrasındaki bir kaç kilometreyi
postacı yürüyüşü ile geçiyorum. Ara ara koşmaya çalışıyorum ama hem bacaklarım
ağrıyor hem de karnım çok şiş. Yürümeye devam.
Bu noktaya kadar
kafamı çok kurcalayan bir nokta vardı. Çok sıvı içmeme rağmen çiş yapamıyorum.
Bir iki defa denediğimde çok az yaptım ve renginin çok koyulaşmış olduğunu
gördüm. Bu beni biraz endişelendiriyor çünkü daha yarış çok uzun. Sonra aklıma
yeterli tuz alamadığımdan olabileceği geliyor. Aynı şey Ottawa 24 saat
yarışında da olmuştu ve yarış sonunda doktor hemen tuz tableti alıp su içmemi
söylemişti. Gerçekten kısa süre sonra düzelmiştim. Yanımdaki tuz tabletleri çok
kuvvetli olduğundan tuzu besinlerden almaya çalışıyordum ama hava o kadar sıcak
ki yetmiyor. Hemen bir tuz tableti alıyorum, istasyonlardan bol sıvı tüketimine
devam. 94K’ya 1 saat 50 dk zaman sınırı var, eğer daha yavaş gidersem 50 dk’lık
zamanımdan yiyeceğim. Bu hiç uzun bir süre değil. İşte bu yarışın en büyük
zorluğu bu, sürekli koşmanız gerekli.
Fotoğraf: Suna Altan - 80K istasyonundan
ayrıldıktan hemen sonra yediklerimi hazmedebilmek için bir süre yürüyorum.
İlerleyen
bölümlerde zaman limitleri bir nebze rahatlayacak diye kendimi motive etmeye
çalışıp 94K'ya 10-15 dk arttırarak geliyorum, Caner ve Suna’ya bu zaman
limitlerinin çok saçma olduğundan yakınıyorum. Sürekli koşmakta zorlanıp biraz
daha yürümek istiyorum ama imkansız! Burada sandviç, turşu ve zeytin yiyorum.
Üzerimdeki atletimi değiştiriyorum. Bu istasyonda Spartathlon efsanesi
Finlandiyalı Seppo Leinonen’i görüyorum. Abimi ve beni tanıyor. İyi gittiğimi
bu şekilde devam etmemi söylüyor. Aslında bu şekilde devam edebilsem bir sorun
olmadığının farkındayım ama ifade edemediğim şey koşmakta çok zorlanmam. Sıcak
ve nem bütün enerjimi aldı, bacaklarım şişti. Koşamazsam bir iki istasyon sonra
zaman limitine takılacağım.
Bir sonraki destek
istasyonu 102.1 km’de. Yani yaklaşık 9.5 km uzakta. Cepten süre yememek için 1
saat 20 dk'da almak lazım. Kağıt
üzerinde kolay gibi, 8.30 pace civarı ama iş öyle olmuyor, her istasyonda durup
ıslanmak zorundasın, bir şeyler yemen lazım, çiş molası vermeye çalışıyorum ve
bunların hepsi bir zaman. Nem ve güneş bir türlü gitmedi! 102K’ya 10 dk
arttırarak geliyorum ama istasyonlarda 7-8 dk kalmak zorunda olduğum için bu
avantaj her seferinde gidiyor ve tekrar 60 dakikaya iniyor. Bir sonraki
istasyona vardığımda hava kararmış olacak. Neyse ki artık güneş batmaya yakın
diye düşünüyorum. Bu istasyonda küçük kafa lambasını alıyorum, bir sonraki
istasyonda hava tamamen kararınca diğer büyük lambayı alacağım.
Bir sonraki
istasyon 113K'da, güneşin iyice alçalmış olmasıyla bu bölümde bir nebze daha
iyi hissediyorum. Bu bölüm ufak çıkışlar başlayıp son kilometresi oldukça dik
bir tırmanışla bitiyor. Burada yürü koş
ile fena ilerlemiyorum. Son çıkışa geldiğimde hava tamamen kararmış durumda ve
fener ışığında koşuyorum. Yürüyerek kıvrılan yoldan tırmanıyorum ve istasyonun
girişinde Caner karşılıyor beni. Burada biraz fazla kalıyorum sanırım. Çorba
içiyorum, tekrar masaj yapıyorum bacaklara, üzerimi ve şapkamı değiştiriyorum.
Kafa fenerini büyük olan ile değiştirip yanıma rüzgarlık alıyorum. İstasyondan
çıkarken Caner ve Suna elime bardakta püre veriyorlar.. Hala zaman limitinin 60
dakika önündeyim ve tek isteğim biraz daha fazla yürüyebilmek. Buraları çok net
hatırlamasam da sürekli bir savaş halindeyim. Kendimi koşmaya zorlayıp 50-100
metre gittikten sonra yürümeye başlıyorum. Aralıksız devam edemiyorum ve bu çok
canımı sıkıyor. Çiş yapmak için duruyorum ama yapamıyorum ve sürekli çok zaman
kaybediyorum. Yanımdan insanlar geçiyor, onlara tutunarak beraber koşmaya
çalışıyorum ama birer birer uzaklaşıyorlar.
Gündüz normalden
çok daha fazla enerji harcadım ve her şeyin bir bedeli var! Sürekli pozitif
düşünmeye çalışıyorum ama kolay değil. Sürekli kafamda hesaplamalar yapıyorum.
Yorgunluk, bacaklarımdaki ağrılardan koşamamak olumsuz etkiliyor ama bir
şekilde 60 dakikaya tutunmayı başarıyorum. Kendi kendime 172K'ya bu şekilde
gelirsem sonrasının daha kolay olacağını söylüyorum. (Büyük bir yalan. 200’ü
geçene kadar hiç rahatlayamadım!)
Fotoğraf: Suna Altan - 102K
istasyonundan ayrıldıktan sonra, güneş nihayet etkisini yitirmeye başlamış.
Bunları abim
koşarken yaşamıştım, ama içinde olmak ayrı bir şey. Destek ekibinin olmadığı
ara istasyonlardan sadece kola, meyve suyu ve jelibon şeklinde olan power
jel'lerden yiyip içebiliyorum. Sıcakta yüksek efor sonrasında mide hiçbir şey
istemiyor. Ama bir şey yiyemezsen enerjin de az olur. İşte bunların hepsi bu
işin bir parçası. Bir şekilde sorunu çözüp devam etmek zorundayız, ya da pes
edeceğiz.
123K’dan sonra
zorlu ve uzun bir bölüm var. Destek ekibini 139.5 km’de göreceğim. 10K'lik
segmentleri gitmek daha kolay geliyordu ama bu bölüm çok uzun. Normalde
geceleri kafa lambasının ufak ışığına odaklanıp koşmayı çok severim ama bu
sefer öyle olmuyor. Bir şekilde ilerliyorum ama istediğim gibi değil. Daha iyi
koşabilmem gerek. Daha yarışın ortasındayım ve kalan mesafe üstüme çöküyor.
Daha sonra yarışın favorileri ve en tecrübelileri dahil herkesin buralarda çok
zorlandığını öğreneceğim. 139.5K istasyonuna gelirken ekibe yaklaştığımı haber
verdim. Caner son kısmın iniş olduğunu koşmam gerektiğini söyledi. Telefonu
kapattıktan sonra yaptığım hesaba göre eğer 8-9 pace ile inersem zaman
limitinin 60 dk altında istasyona varacaktım! Orada durma süresi de eklenince
işler iyice zora girecekti. O korkunun getirdiği adrenalin ile 3 km’yi yaklaşık
6 pace ortalama ile indim. Tabii bacaklarda hemen etkisini hissettim. Bu
istasyonda da 6-7 dakika kaldım. Ne yediğimi çok hatırlamıyorum ama sanırım
çorba ve belki biraz da püre.
Fotoğraf: Suna Altan - 123K istasyonunda
püre yiyorum, Caner quadlarıma masaj yapmaya çalışıyor.
Tekrar istasyondan
çıktım, Caner ve Suna müthiş destek olmaya çalışıyorlar. Normal bir yarış olsa
daha pozitif olabilirim ama bu yarışı abimle iki defa yaşadım, en ufak hatada
arttırdığım 60 dakikadan yemeye başlayacağımı biliyorum. O kadar emek verip
hazırlandığın yarışta 15-16 saat tam performansa yakın gittikten sonra hala
zaman limitine bu kadar yakın olunca çok pozitif olmak gerçekten kolay değil.
Kendime sürekli sen elinden geleni yap sonrasına yapabileceğin bir şey yok
diyorum ama sonra aslında işlerin benim elimde olduğunu düşünüyorum. Koşmam
gerek. Sadece koşmak. 148.K’ya doğru bu kendimle savaş yaparak ilerlerken bir
yandan da elimde yarış öncesi hazırladığım zaman ve eğim profiline bakarak
hesaplamalar yapıyorum.
Bir sonraki bölüm
148K'dan başlayıp 159.5 km noktasındaki Mountain Base istasyonuna giden ve son
5 km’si tamamen yokuş olan bölüm. Burayı araba ile bile çıkarken çok uzun ve
dik geldiğini hatırlıyorum ama öncesi aklımda kalmamış. Elimdeki profilde
sürekli çıkış gibi görünüyor ve profile göre 11K’ya sadece 2 saat vermişler.
Cepten yemeden çıkmam mümkün değil diye düşünüyorum. Rahatlayabilmeyi umarken
sürekli üzerimdeki baskı artıyor. 148K'ya geldiğimde üzerimi değiştiriyorum ve
bir şeyler yemeye başlıyorum. Burada yarışı 15 defa bitiren Norveç'li efsane
Eiolf Eivindsen var. Yanıma gelip gayet iyi gittiğimi, kendisinin yarışı
sakatlığından dolayı bıraktığını söylüyor. Bu olay bana yarışın sadece benim
için değil, herkes için çok zor olduğunu tekrar hatırlatıyor. 159.5 km’ye doğru
yola çıkıyorum. İlk kilometreler hafif iniş çıkışlar ile ilerliyor, elimden
geldiğince koşmaya çalışıyorum ama çok zor. 154K civarında 5 km sürecek uzun ve
dik tırmanış başlıyor. Hemen hesaplama yapıyorum eğer 11 pace ile çıkarsam 55
dk civarında kalacak. Daha Mountain Base istasyonunda oturup dağ tırmanışına
hazırlanacaktım. Bütün planlar alt üst oldu! Lanet olsun zaman artmıyor! Kendi
kendime ne olmasını bekliyorsun, tabii ki zor olacak diyorum.
Bütün gücümle
yürümeye odaklanıyorum ama sinirim iyice bozulmuş durumda. Caner'i arıyorum ve
birkaç dakika kestirmeye çalışırken uykudan uyandırdığımı anlayıp kendime
kızıyorum (ama nereden bilebilirim - o anda bunları düşünemiyorum). İstasyonda
hiç durmayacağımı, çok zaman kaybettiğimi, bu şekilde gidersem limite
takılacağımı, zaten yanımda rüzgarlık olduğunu dolayısı ile hiç bir şeye
ihtiyacım olmadığını söylüyorum. Bir süre sonra Suna arıyor, istasyona
geldiğinde Ensure içmek ister misin diye soruyor. Evet diyorum, çünkü orda
içecegim diye bir önceki istasyonda içmemiştim. Daha sonra da Budak ve Abim
arka arkaya arıyor. Tabi o anda anlayamadım ama Caner ve Suna paniklediğimi
hissedip onlara haber vermişler. Abimle konuştuktan sonra duruma daha geniş
pencereden bakıp rahatladım ve tekrar önümdeki işe odaklanarak geri kalan
bölümü gerçekten iyi bir hızla tırmandım. Eğer rüya görmediysem yaklaşık 20
kişi kadar geçtiğimi anımsıyorum. Zaman limitine takılsam bile son saniyesine
kadar kendimi zorlayacacağıma söz verdim.
İstasyona
yaklaşırken Suna karşıladı, hasta olmasına rağmen büyük fedakarlıkla dağın
eteğinde beni bekliyordu. Neyse ki istasyonda hiç durmadım ve çok üşümedim. 10
saniyede Ensure’u içtim ve hemen dağa tırmanmaya başladım. Burası daha önce de
belirttiğim gibi parkurun benim için en bilinmez noktası idi ve tırmanmaya
başladıktan hemen sonra tamamen bir şok yaşadım. UTMB yarışlarını koşanlar
bilir gece tırmanış öncesinde fenerler yıldız gibi gökyüzünde görünür. Burada
da aynı o şekilde idi! İnanamadım, inanmak istemedim. Daha önce bilsem ve biri
bana sorsa aynen şu şekilde tarif ederdim; UTMB'nin sondan bir önceki çıkışının
birebir aynısı ama 1,5K uzunluğunda olanı! Eğim 30 derece civarında, görünce
inananamadım. Abim bana çok abartı değil demişti. Hesaplama yapmaya çalışırken
abim aradı. Hem uzunluğunu sordum hem de kendisine bu nasıl çıkış diye
veryansın ettim. Neyse ki bu tırmanışlara alışığım sadece zihinsel olarak bu
kadar beklemiyordum. Yukarıda istasyonda bir su ve yarım kola içip inişe
geçtim. İniş çıkıştan zordu! Golf topu büyüklüğünde kaygan taşlar var ve eğim
yüzde 20-25 civarı. Normal yol ayakkabısı kayıyor ve quadlarıma her adımda
bıçak saplanıyor. Sonunda 2 kilometrelik bu eziyet bitiyor ve artık 6,5-7 km
düz yol var. Burayı yine kendimi oldukça zorlayarak ama nispeten iyi koşarak
geçtim. Nestaniye geldiğimde zaman limitinden 20 dk daha arttırmıştım. Sonunda!
Fotoğraf: Sparta Fotoğraf Kulübü - Dağ
çıkışının sonlarına doğru bir kare. Aşağıda görünen ışıklar ne kadar
tırmanıldığı hakkında ipucu veriyor sanırım.
İstasyonda
bacaklara masaj yaptım, çorba, etimek ve biraz limon yedim. Caner hurmaların
çekirdeklerini bile çıkarıyordu, desteğe bakar mısınız?
Bu istasyonda
Mert'in de olduğunu söylediklerinde çok şaşırdım. Benden çok hızlı gidiyordu
şimdi benimle aynı noktada, nasıl olur? İlk 100K'yı sıcakta çok hızlı gidince
bacaklarının şiştiğini öğrendim. İstasyondan beraber çıktık. Bir süre yürüdükten
sonra yürü koş yapmaya çalıştık, ama gidebildiğimiz mesafe sadece 100 metre
civarında oluyordu. Tek aynı durumda olan ben değilmişim. O da istasyonlardan
doğru düzgün bir şey yiyemiyordu. Sadece biz değil, çevremizdeki herkes benzer
durumdaydı. Sıcak hava herkesi kırıp geçirmişti. Hava bir süre sonra hafif
hafif aydınlanmaya başladı ve sis çöktü. 177K civarlarında düz yolda ilerlemeye
çalışıyorken bu yıl 6. Kez Spartathlon’u bitiren Hollanda’nın en iyi kadın
koşucusu olan Wilma Dierx geldi. Süper pozitif, süper güler yüzlü biri. 2014
yılında da abim ile 159K'daki Mountain Base istasyonuna beraber tırmanmışlar ve
abime de destek olmuştu. Şimdi 5 yıl sonra sıra bizdeydi.
Yürü koş yapmaya
başladık. Wilma koşacağımız noktayı söylüyordu, hep beraber koşuyorduk.
İlerideki ağaca kadar, ikinci eve kadar, tabelaya kadar... Wilma gelene kadar
100 metre bile koşmakta zorlanırken artık bir seferde en az 300 metre
gidebiliyorduk. İşte tecrübe böyle bir şey. Onun sayesinde kendimizi zorladık
ve bu bölümü gayet iyi geçtik.
Fotoğraf: Suna Altan - 186K istasyonuna
girerken.
186K'ya
geldiğimizde 1 saat 13 dk gibi bir zamanımız vardı. Bu istasyon küçük bir
kasabada ve buradaki küçük fırında sabah erken saatlerde çok güzel kurabiyeler
yapılıyor. Caner ve Suna bana da almışlar, sıcak çay ile kurabiye yiyince çok
güzel geldi. Mert istasyondan 30 saniye kadar daha önce çıktı. Tam koşup
yetişmeye çalışacaktım ki çişim geldi ve dolayısı ile Mert'i yakalamam biraz
zor hale geldi. Olsun önemli değil, sonuçta ikimizde kendi yarışımızı
koşuyoruz. Geceden sonra her istasyonda içtiğim sıvı sonrası çişim gelmeye
başladı. Bu normalde iyi bir şey ultra maraton yarışlarında ama burda değil,
burada zamana ihtiyacım var her bir molam yaklaşık 1 dakika!
Moladan sonra yine
yürü koşlar ile devam ediyorum ama bu sefer koşu kısmı daha fazla, kendimi iyi
hissediyorum. Gün doğarken sisten dolayı güneş henüz etrafı ısıtamıyor, hava
hafif serin, koşmak için uygun bir ortam vardı. İlerleyen kilometrelerde
koştuğum mesafeler giderek arttı. Kendimi iyi hissediyordum. İstasyona 2-3 km
kala 5:50 - 6:30 pace arası gitmeye başladım ve 1 km kala Mert'e yetiştim ama
tempomu durup bozmak istemedim. Nasıl olsa bana yetiştir diye düşündüm,
koşabiliyorken gidebildiğim kadar gitmek en doğru karardı.
195K’daki Tegea
istasyonuna 9:42 civarında girdim. Başak ve Can’a Mert'in gelmek üzere olduğunu
söyledim, masadan yine bir meyve suyu ve su içtim. Caner'leri görüp
görmediklerini sordum ama görmemişlerdi. Önemli değildi, kendimi iyi
hissediyordum ve durmaya gerek yoktu. İstasyonun sonuna doğru arabayı gördüm.
Yanından geçerken camı tıklattığımda Caner hem korktu, hem de şaşırdı. O kadar
hızlı geleceğimi düşünmemişti. Durmayacağımı söyleyip devam ettim.
Artık 200K noktası
yaklaşıyordu. Bir maratondan biraz fazla mesafe kalacaktı. Zaman limitininin 1
saat 20 dakika önündeydim ve arttırmayı umuyordum ama yavaşlayacağımı hesaba
katmamıştım! Tam 200 km’ye yaklaşırken 5
km süren dik bir çıkış başlıyor. Normal bir günde dahi tamamını koşamam. Tam
burada Mert de yetişti ve beraber ağlaya sızlaya tırmanmaya başladık. Ama
tempomuz iyiydi, birçok kişiyi geride bıraktık. Ancak her şeyin bir bedeli var!
Çok fazla enerji harcıyoruz, güneş iyice kendini belli etmiş durumda, ilk
günden daha sıcak bir gün bizi bekliyor. 206K'daki istasyon bir türlü gelmiyor.
Fotoğraf: Suna Altan - Mert ile 206K
istasyonuna zorlu ve uzun bir tırmanış sonrasında ulaşıyoruz.
206K'daki
istasyonda biraz limon yiyorum ama artık midem hiç bir şey istemiyor. Kola ve
meyve suyunu zaten ara istasyonlardan içtiğim için destek ekibinin yardım
ettiği istasyonlarda içmek istemiyorum ama ne yiyip içeceğimi de bilmiyorum
midem her şeyden bıkmış durumda. Saatlerdir yüksek nabızda ilerlemek mideme kan
gitmesini zorlaştırdığı için sindirimi zorlaştırıyor. 28 saat sonrasında bir
şeyler yemeye çalıştınız mı bilmiyorum ama çok kolay olmadığını söyleyebilirim.
206K'da el mataramı
alıp kollukları tekrar giyiyorum. Güneş yine yakmaya başladı. Tam ilk günkü
cehennem sıcağını unutmaya başlamışken işte yeniden başlıyoruz diye
düşünüyorum! Bu istasyondan çıktıktan sonra kısa bir süre güneş bulutların
arkasında kaldı. Bu arada ne kadar çok koşabilirsem kardır diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Beş maraton bitti, geriye kaldı altıncı ve son maraton. Finiş
hala çok uzakta ama yarışın uzunluğundan dolayı maraton mesafesi kısa
görünüyor. 6 km sonraki istasyona ulaşıyorum. Artık 212. Km’deyim.
Fotoğraf: Suna Altan - 212K istasyonunda
artık midem hiçbir şey istemiyor, burada limon yerken.
Sonraki istasyon
223K’da. Bu istasyondan çıktıktan 3K sonra, 226K'dan Sparta'ya kadar 15K iniş
var ve son 5K düz. Ama iniş olması kolay olduğu anlamına gelmiyor. Artık
tutmayan bacaklarla en zor şey aşağı doğru koşmak. Ama artık kafamda mesafeleri
bölerek biteceğine inandırmaya çalışıyorum. Ama yazının başında her istasyonun
(destek ekibinin destek veremediği ara
istasyonlar dahil) ayrı zaman limitlerinin olduğundan bahsetmiştim,
212K'dan 223K'ya giderken zaman limitinden hala sadece 60 dakika öndeydik!
Bu noktada yine
yürü koş yapmaya çalışıyoruz ama bacaklarım iflas bayrağını çekmiş durumda.
Mert son bir gayret ile 300 metre koşup 100 metre yürüyelim diyor. Tamam
diyorum. O 300 metreler bitmek bilmiyor, 7:20 pace civarında koşuyoruz ama
sanki 3:45 ile interval antrenmanı yapar gibiyiz. Güneş tam tepemizde
acımasızca yakıyor. Kesinlikle ilk günden daha sıcak. Ertesi gün bazı sosyal
medya postlarında hissedilen derecenin 36’lara çıktığını okudum. Gerçekten
böyle miydi bilmiyorum ama hissettiğim kesinlikle öyleydi. Mert ara ara
yalpalıyor, uykusuzluk ve yorgunluk artık son noktada. İstasyonlara girip
sünger ile yıkanıp kola - şu içip çıkıyoruz. 300-100m'ler fark ettirmeden baya
yol aldırdı ve nihayet 223K'ya ulaşıyoruz! Artık neredeyse finişe bir yarı
maraton mesafesi var ama rahat değiliz.
Durmak yok,
olabildiğince hızlı hareket etmeye devam. Artık koşmak pek mümkün değil.
Aslında bu şekilde gittiğimizde bitireceğimizi bildiğimiz için beynimiz bizi
sınırlıyor olmalı ama bitirip heykele dokunmaktan başka bir şey düşünmüyorum.
Sparta'ya 10K kala Shell benzin istasyonu destek ekibimizi bitişteki Leonidas
heykelinden önce gördüğünüz son istasyon. Bu istasyona o kadar yavaş geliyoruz
ki, destek ekiplerimiz eminim ki beklemekten yoruluyorlar. Burada ben de abimi
iki kere beklediğim için ne hissettiklerini biliyorum. O kadar yavaş geldiğimiz
için kendilerinden özür diliyorum.
236K'da istasyonda
t-shirtlerimizi değiştirip takım t-shirtlerini giyiyoruz. Burada son 3 yıldır
Türk takımının muhteşem logolarını ve t-shirtlerini tasarlayan Kerem Yaman'a çok
teşekkür etmek istiyorum. Sadece bu tshirtleri giymek için bile bu yarışı
koşarım!
Logo Tasarım: Kerem Yaman
Son 10K'da
ilerlerken artık daha çok keyif almaya çalışıyorum. Tek kötülük finişin bir
türlü gelmiyor olması. Sparta’yı tepeden görüyoruz, kıvrıla kıvrıla inen yol
bitmek bilmiyor. Geç bitirmenin bir avantajı da var. Sparta sokaklardaki insan
sayısının çok fazla olması. Son kilometrede Caner bizi karşılıyor ve ucunda
Leonidas heykelinin bulunduğu bulvara dönüyoruz. Son 500 metre... İşte 2014
yılından beri beklediğim an! Her şey bu an içindi. Mutluluğumu kelimelerle
ifade etmem mümkün değil. Alkışlar arasında sanki olimpiyatlarda madalyaya
koşuyorum.
Benim ilk
Spartathlon finişim olduğu için Mert jest yapıp önden gitmemi söylüyor.
Kendisine tekrar çok teşekkür ediyorum. Sonunda 35,5 saatlik yolculuğum heykele
dokunmam ile son buluyor. Finiş sonrasında tacım takılıyor, Evrotas nehrinden
gelen sembolik suyu çanaktan içiyorum ve Mert ile beraber fotoğraflarımızın
çekilebilmesi için pozlarımızı veriyoruz.
Yarışı tamamlayan tüm yarışmacılar sağlık kontrolleri için finiş noktasında kurulan sağlık çadırına alınıyorlar. Bizde buraya gidiyoruz ve burada öncelikle ayakkabılar çıkarılarak ilaçlı suda yıkanıyor ve bakımları yapılıyor. Ayaklarımı yarıştan önce çok iyi bantladığım için oldukça iyi durumda. Bir iki mor tırnak dışında neredeyse hiçbir şey olmamış. Burada eşimi arayarak bitirdiğimi her şeyin yolunda olduğunu söylüyorum.
Video: Spartathlon Canlı Yayını, Sedat Kurtuluş'ta videoyu kaydettiği için çok teşekkür ediyorum
Yarışı tamamlayan tüm yarışmacılar sağlık kontrolleri için finiş noktasında kurulan sağlık çadırına alınıyorlar. Bizde buraya gidiyoruz ve burada öncelikle ayakkabılar çıkarılarak ilaçlı suda yıkanıyor ve bakımları yapılıyor. Ayaklarımı yarıştan önce çok iyi bantladığım için oldukça iyi durumda. Bir iki mor tırnak dışında neredeyse hiçbir şey olmamış. Burada eşimi arayarak bitirdiğimi her şeyin yolunda olduğunu söylüyorum.
Bir süre oturduktan
sonra otele doğru yola çıkıyoruz. Uzunca bir duş yapıyorum ve akşam yemeğini
otelde yiyerek hemen yatıyorum. Çok güzel uyuduğumu söyleyemem ama en azından
dinlenmiş ve mutlu olarak uyanıyorum.
Fotoğraf: Suna Altan - 246K Leonidas
Heykeli - Ve bitti!
Fotoğraf: Suna Altan - Finiş noktasında
Mert ile beraber plaketlerimizi alırken.
Fotoğraf: Suna Altan - Finiş noktasında
Mert ile beraber hatıra fotoğrafı.
Fotoğraf: Suna Altan - Sağlık çadırının
olduğu bölümde ayak bakımları yapılırken rahatlama.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Leonidas
heykeline 100 metre uzaklıktaki restoranda abim ile Sparta biraları ile kutlama
pozu.
Pazar sabahı
kahvaltı sonrasında Leonidas heykeline doğru hem hatıra fotoğraflarımızı
çektirmek için hem de Spartan Mile yarışını koşmak için yola çıkıyoruz. Spartan
Mile yarışı da nedir diye düşünüyor olabilirsiniz. Spartan Mile, 4-5 yıl önce
İsveç takımının başlattığı, Spartathlon’dan sonraki gün Leonidas heykelinin
arkasındaki atletizm pistinde koşulan 1 tur (400 metre) ve 4 turdan (1600
metre) oluşan sembolik bir koşu. Ancak bu koşunun birkaç kuralı var. Bu koşuya
sadece Spartathlon yarışına başlayanlar (sadece
bitiren değil) katılabilir. Herkes çıplak ayak koşmak zorunda, erkekler
sadece iç çamaşırı ile, kadınlar ise istediği şekilde koşabilir. Tabii tahmin
edebileceğiniz gibi 246K koştuktan sonra mesafe çok kısa da olsa çok komik
görüntüler ortaya çıkıyor. Spartathlon’un Spartan Mile için antrenman koşusu
olduğu esprileri yapılıyor. Ben bacaklardaki ağrılardan dolayı penguen gibi
koşsam da gerçek anlamda uçarak koşanlar vardı.
Fotoğraf: Budak Timuralp - Aynı
Spartathlon yarışında finiş görmeyi başaran iki kardeş. Gururluyuz!
Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Artık her
yıl bir gelenek haline gelen Spartan Mile 400 yarışı. Start verilmesini
bekliyoruz
Video: Caner Odabaşoğlu - Spartan Mile 400 yarışı
Spartan Mile
koşusundan sonra koşucular ve destek ekipleri otobüsler ile Sparta Belediye
Başkanı’nın verdiği yemek için Spartadaki çok güzel bir restorana taşınıyor.
Burada koşucular için yemek dışında sembolik bir takım hediye paketleri de
veriliyor.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Pazar günü
Sparta Belediye Başkanı’nın koşucular ve destek ekipleri için verdiği yemekten
bir kare.
Bu yemek sonrasında
artık Atina dönüş yoluna geçiyoruz. Eğer destek ekibiniz ve arabanız yok ise,
yine organizasyonun ayarlamış olduğu otobüsler ile Atinaya gidiyorsunuz. Çünkü
organizasyon hala bitmedi, Pazartesi akşamı Atina’daki çok güzel bir sahil
restoranında madalya töreni var. Burada yine koşucular için çok şık hazırlanmış
bir ortamda açık büfe yemekler veriliyor, bitiren koşuculara bitirme
sertifikası ve madalyaları takdim ediliyor. Bu yıl ülke sırasına göre bitiren
koşucular sahneye çağrıldığı için Türk takımı olarak üçümüz sahneye çıkıp
madalyalarımızı Spartathlon organizasyonunun direktörü Kostis Papadimitriou’nun
elinden alıyoruz. Bizi sahneye çağırırken Türkiye’den gelen özel dostlarımız
şeklinde anons ederek bizleri onurlandırıyor. Abimin daha önceki yıllarda
kurmuş olduğu ilişkilerin de bunda etkisi var diye düşünüyorum.
Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Pazartesi
günü Atina’daki madalya töreni öncesi.
Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Pazartesi
günü Atina’daki madalya töreninde abim ile beraber
Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Türk ekibi
olarak madalyalarımızı ve bitirme sertifikalarımızı aldıktan sonra Kostis
Papadimitriou ile hatıra fotoğrafı.
Ve madalya töreni
ile Spartathlon organizasyonu da sona geliyor. Yemekler yeniliyor, çalan
müzikler eşliğinde sanki 1 gün önce o kadar mesafe koşulmamış gibi herkes
çılgınca dans ediyor ve gecenin sonunda tüm koşucular seneye tekrar görüşmek
üzere vedalaşıyor.
Değerlendirme
Yarışı
değerlendirecek olursam, daha önce belirttiğim gibi yarışın atmosferini 2014 ve
2015 yıllarında destek ekibinde yaşamıştım ve inanılmaz etkilenerek dönmüştüm.
Ama bu yıl koşmak ve olayların tam merkezinde olmak biraz daha farklı idi. Şu
andaki duygularımı ve mutluluğumu kelimeler ile ifade etmem gerçekten çok
mümkün değil. Bazen düşündüğümde hala koşan ben değilmişim gibi geliyor ve
bazen kendime yarışı benim koştuğumu ve bitirdiğimi hatırlatıyorum. Yarışın
nasıl geçtiğini düşündüğümde, aklıma ilk gelen şey tüm yarış boyunca hayatımda
hiç olmadığım kadar motive ve hedefe odaklanmış şekilde koştuğumu fark etmek
oldu. Elbette yarış esnasında endişelendiğim ve çok aşırı zorlandığım anlar
oldu ama asla neden koştuğumu, nasıl biteceğini, neden kaydolduğumu gibi diğer
yarışlarda aklıma gelen düşünceler aklımın ucundan dahi geçmedi ve bu tip
şeylerden hiç yakınmadım. Daha önce 30-40 saatlik yarışlar koşmuştum ama ilk
kez bu kadar yoğun duygular ile koştum. Aklımda sadece tek bir hedef vardı, o
da yarışı bitirmekti. En zorlandığım anlarda kendi kendime Spartathlon’da
koştuğumu, bunun birçok kişinin hayali olduğunu hatırlatarak keyif almaya
çalıştım. Yarışta en zorlandığım bölüm sanırım 52K ile 58K ve 206K ile 220K arası olabilir. Ayrıca dağ tırmanışına yaklaşırken kısa süreli bir panik yaşadım. Bunun dışında her şeyin oldukça iyi gittiğini söyleyebilirim.
Yarış için herkes
gibi ben de belli planlar yapmıştım, ama öncelikli tek hedefim vardı, o da
bitirmek. Yarış öncesinde kendime aşağıdaki gibi bir zaman çizelgesi
hazırladım. Burada büyük istasyonlardaki zaman limitlerini, her noktayı kaç
saatte geçmeyi hedeflediğim ve günün saatini yazdım. Keşke iki istasyon
arasındaki mesafeyi verilen sürede kat etmek için gereken ortalama pace
bilgisini de yazsaydım diye düşündüğüm zamanlar oldu. Çünkü sıkı zaman
limitlerinden dolayı zaman arttıramıyorsanız cepten yememek için en az ne kadar
hız ile gitmem gerektiğini hesaplama yapmama gerek olmadan bilecektim. Eğer bir
daha koşarsam bu bilgiyi de mutlaka ekleyeceğim.
Ayrıca yarıştan 2
hafta önce saatimdeki ekranlarda bazı değişiklikler yaptım. Yarışta nabzımı
takip etmeyeceğim için o ekranı çıkarttım ve yerine, içinde bulunduğum turun (1
tur = 1KM) ortalama pace bilgisini ekledim. Böylece içinde bulunduğum kilometre
içinde belli bir hızdan daha yavaş olmamaya çalışacaktım ve bu bilgiyi anlık
görebilecektim.
Profil: Aytuğ Çelikbaş - Mert’e taslak
için teşekkür ediyorum
Yarış için
hazırladığım çizelgede 80K’ya 8:00 ile 8:15 arasında gelmeyi planlıyordum.
Ancak yarış günü sıcaklık normallerin çok daha üzerinde olacağından 8:45’e
kadar esnetebilirim diye düşünmeye başlamıştım. Amacım 150K’lara kadar çok
yavaşlamadan gidebilmek ve dağ geçişinden sonrasına kadar biraz zaman
arttırabilmekti. Tahminlerin üzerindeki sıcaklık büyük çoğunluk gibi beni de
fazla etkiledi ve özellikle ilk gün normalden çok daha fazla enerji harcamak
zorunda kaldım. Yüksek sıcaklık ve nem tüm vücut dengelerini değiştiriyor.
Normalden fazla terlediğiniz için yüksek oranda su ve tuz kaybediyorsunuz,
kaslar normalden daha fazla zorlanıyor ve yıpranıyor, kalp atım hızınız daha
yüksek oluyor ve dolayısı ile harcadığınız enerjiyi de etkiliyor. Bu koşullar
göz önünde bulundurulduğunda 200K noktasına oldukça iyi geldiğimi düşünüyorum.
Daha önce en fazla 180K koştuğum için bu nokta bile en uzun koştuğum mesafeden
daha uzundu. Bundan sonrası hem yorgunluk hem de biraz beynimin yarışı
bitirebileceğimi anlaması ile rölantiye geçti. Şu anda düşündüğüm şey, eğer
zaman limitlerine daha yakın olsam acaba son 46K’da neler yapabilirdim sorusu.
Ayrıca yarış esnasında bir sakatlık yaşamadığım için de çok mutluyum. Yarış içinde
zorlandığım anlarda hedefleri bölerek onlara odaklanmak iyi izlediğim bir
strateji oldu.
Normalde mide
açısından yarışlarda çok problem yaşayan biri değilim ama daha önce sıcak
havada koştuğum birkaç yarışta mide bulantısı yaşamıştım. Hava iki gün de çok
sıcak olmasına rağmen bu önemli yarışta mide problemi yaşamadım. Bu benim
açımdan olumlu bir gelişmeydi. Püre, ekmek-peynir, yoğurt, çorba gibi kolay
yenilebilir ve sindirilebilir yiyecekler yemenin de etkisi olabilir.
Burada şunu da
belirtmem gerekir ki, Caner ve Suna’nın desteği olmasa bu yarışı bitirmem
gerçekten mümkün değildi. Bunu sadece 35,5 saatlik bir efor olarak düşünmeyin,
hazırlık süreci ve planlamalar gibi başarının ardında çok farklı parametreler
var. Dolayısı ile buradan kendilerine tekrar çok teşekkür ediyorum. Elbette
ailemin desteği olmadan bunun gerçekleşmesi pek mümkün değildi. Aylar süren
antrenmanlardaki fedakarlıkların da bir yansıması mutlaka oluyor. Bu süreçte
bana destek oldukları için onlara da buradan sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Yarış öncesinde ve sırasında bana sürekli destek olan Budak’a ve Spartathlon
yarışını koşabilme hayalimin oluşmasında baş etken olan abime ne kadar teşekkür
etsem azdır. Yaklaşık son 80K mesafeyi beraber katettiğim Mert ile destek ekibi
Başak ve Can’a da bize yardımlarından dolayı çok ama çok teşekkür ederim.
Ayrıca yarış öncesinde mesaj göndererek destek olan, sonrasında ise tebrik eden
tüm arkadaşlarıma da kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum.
Ayrıca bu organizasyonun gerçekleşebilmesini sağlayan tüm organizasyon ekibine, yüzlerce gönüllüye, Sparta fotoğraf kulübü üyelerine ve yolda koşarken bizleri görüp destekleyen herkese gönülden teşekkürler. Umarım bir gün bizim ülkemizde de bu tip koşu organizasyonlarına ve koşan sporculara hakettiği destek verilir.
Ayrıca bu organizasyonun gerçekleşebilmesini sağlayan tüm organizasyon ekibine, yüzlerce gönüllüye, Sparta fotoğraf kulübü üyelerine ve yolda koşarken bizleri görüp destekleyen herkese gönülden teşekkürler. Umarım bir gün bizim ülkemizde de bu tip koşu organizasyonlarına ve koşan sporculara hakettiği destek verilir.
Yarışı tekrar
koşmak ister miyim? KESİNLİKLE EVET! Ama bir sonraki sefer olur mu, olursa ne
zaman olur açıkçası bilmiyorum. Aklımdaki bir diğer soru, tekrar koşabilirsem
aynı şekilde motive ve odaklanmış şekilde koşabilir miyim? Açıkçası bunu
cevabını da ancak ikinci sefer sonrasında verebilirim diye düşünüyorum.
Ama şunu da itiraf
etmeliyim, hayatımda uzak ara yaptığım en zor şey olmasına rağmen, yarış içinde
bir sakatlık durumu olmaz ise tekrar bitirebileceğime inanıyorum. Ancak yarışın
kendisini koşmaktan daha zor olan şey, hazırlık süreci. Günlerce, haftalarca,
aylarca hava koşulları ne olursa olsun birçok şeyden fedakarlık yaparak,
sürekli ve disiplinli şekilde antrenman yapmak her şeyden çok daha zor. Ama bu
süreçten zevk alarak hedefinize ulaştığınızdaki mutluluk da kesinlikle tarifi
mümkün olmayan müthiş bir duygu.
Evet, tarihi
açısından bu yarış oldukça özel ama kişisel fikrim bu yarışı çok daha özel
yapan olimpik ruh ile düzenleniyor olması ve oluşturulan muazzam aile ortamı.
Dünyanın çok çeşitli ülkelerinden farklı dilleri konuşan, farklı kültürlerden gelen
birçok koşucu ile aynı duyguları paylaşıp bir bütün oluyorsunuz. Bu gerçekten
anlatılması çok kolay olmayan, müthiş bir duygu. Bunun bir parçası olabildiğim
için gerçekten çok mutluyum ve çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Son olarak, evet
Spartathlon zor bir yarış ama sebebi sadece mesafe değil. Zaman limitlerinin
darlığı üstünüzdeki baskıyı her saniye canlı tutup rahatlamanıza izin vermiyor.
Eğim profili üzerinde çok büyük gözükmeyen yokuşlar hızlı koşmak zorunda
olduğunuz için normalden birkaç kat daha zor hale geliyor.
Bu yarışı görmeden
yaşamadan anlamak gerçekten çok kolay değil. Ben de 2014’den önce abimden çok
şey dinlemiştim, onun gönderdiği çok şeyi okumuştum ancak yarışı ancak gidip
gördüğümde anlayabildim. Burada aklıma hep 2014 yılında destek ekibinde Suna ve
benim ile beraber yer alan Alessia De Matteis’in şu sözü aklıma geliyor;
There are ultras. There are many. Then
there is Spartathlon. Spartathlon is Spartathlon. Simply. That's it. If you
don't go and see, you cannot understand how it is.
Dünyada ultramaratonlar var, hem de çok
sayıda. Bir de Spartathlon var. Spartathlon Spartathlon’dur. Hepsi bu. Neye
benzediğini anlamak için gidip görmeniz gerekir.
Yarışı Suunto 9 Baro ile koştum, finişte hemen durdurmayı unuttum. Resmi süre 35:33:28.
Neden 2K fazla gösterdiği hakkında bir fikrim yok.
Neden 2K fazla gösterdiği hakkında bir fikrim yok.
Fotoğraf: Spartathlon organizasyonu (https://www.spartathlon.gr/en/the-spartathlon-race-en/historical-information-en.html)
Tek kelime ile mükemmel..
ReplyDeleteCandan Tebrikler , koşu kariyerinde ulaştığın nokta inanılmaz. Bundan sonra da sağlıkla keyifle nice finishler diliyorum.
ReplyDeleteÇok güzel bir rapor olmuş. Müthiş bir efor. Canı gönülden tebrik ederim
ReplyDeleteTo my dad Aytug Celikbas,
ReplyDeleteFor always teaching me that there is no elevator to success ,you have to take the stairs.
Thank you,
Idil Celikbas