Spartathlon 2019 Yarış Raporu



 
Fotoğraf: Can Özbek - Mert ile beraber 35,5 saat süren zorlu mücadele sonrası finişin mutluluğunu yaşıyoruz



“The fight is won or lost far away from witnesses - behind the lines, in the gym, and out there on the road, long before I dance under those lights.” – Muhammad Ali

“Dövüş, izleyicilerden çok uzakta, arkalarda, spor salonunda, yolda - ve ben o ışıklar altında dans etmeye başlamadan çok önce - kazanılır veya kaybedilir.”  – Muhammad Ali



Spartathlon, birçoklarına göre dünyanın en prestijli, en zor yol ultra maratonu. Gerçekten en zoru olup olmadığını bilmiyorum ama benim için bütün yarışların üzerinde ve özel olduğunu söyleyebilirim. Bu raporda sadece Atina’dan başlayıp Sparta’da son bulan 246K’lık zorlu bir maceranın hikayesini değil, Spartathlon yarışını öğrendiğim günden koştuğum zamana kadar olan süreci anlatmaya çalıştım. Bu aynı yarışın kendisi gibi uzun bir yazı olacak.

Yarış neden Atina’dan başlıyor ve neden Sparta’da bitiyor? Neden 246K? Neden 36 saatlik tamamlama süresi var? Veya neden Eylül ayının sonunda yapılıyor? diye düşünüyorsanız alttaki paragrafı okuyabilirsiniz. Eğer yarış hakkında zaten bilgi sahibiyseniz bu kısmı atlayabilirsiniz.

Yarışın tarihinden ve nasıl ortaya çıktığından çok kısa bahsedecek olursam, ünlü Yunan tarihçi Heredotus’un kayıtlarına göre M.Ö 490 yılında sayıca çok üstün olan Pers ordusu Atina’yı kuşatıyor. Atina ordusu da kendilerinden daha güçlü olan Pers ordusu ile baş edebilmek için dönemin en güçlü savaşçılarını yetiştiren Spartalılardan yardım istemek amacıyla, en iyi koşucuları olan Pheidippides’i Atina’dan yaklaşık 250K uzaklıktaki Sparta şehrine gönderiyorlar. Pheidippides ertesi gün ağarmadan Sparta’ya ulaşıyor ve yardım talep ediyor. Spartalılar dini bayramları olduğunu, ancak 9 gün sonra gelebileceklerini söylüyorlar, ve Pheidippides aynı yoldan geri koşarak Atinadaki Yunan ordusu krallarına bu durumu bildiriyor. Yunan ordusu bu sürenin çok fazla olduğunu düşünerek Pers ordusu ile savaşmaya karar veriyor ve savaşı kazanıyor. 1982 yılında ise Yunan tarihine oldukça ilgi duyan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerinde asker olan John Foden bu olayın gerçek olup olamayacağını anlamak için dönemin tarihçileri ile Pheidippides’in koşmuş olabileceği rotayı çıkararak, 2 arkadaşı ile beraber rotayı koşuyor ve yaklaşık 40 saat civarında tamamlamayı başarıyor. Böylece 1983 yılından itibaren Pheidippides’in koşuyu gerçekleştirdiği tarih olan Eylül ayının son haftasında, 246K’lık ve 36 saat zaman limiti olan Spartathlon yarışı düzenlenmeye başlanıyor.   

Yarış ile ilgili daha detaylı bilgi isterseniz abim Aykut Çelikbaş’ın 2014 yılında blogunda yazdıklarını bu linkten okuyabilirsiniz. 

***

27 Eylül 2014, saat 15:30 suları.

Evet yaklaşık 5 yıl önce, Sparta kasabasındaki Kral Leonidas heykelinin önündeki 500 metrelik bulvarın ucunda birinci Spartathlon yarışını bitirmek üzere olan abim Aykut'u heyecan içinde bekliyordum. Atina’dan başlayıp Sparta’ya gelen koşucular birer birer geçerken sanki yarışı kendim koşmuş gibi heyecanlıydım ve kalp atışlarım git gide hızlanıyordu. Ancak abim bir türlü gelmiyordu. Orada beklediğim süre çok uzun gelmişti ve bu süre esnasında düşündüğüm çok şey vardı. Bunlardan biri de bir gün buradan finiş noktasına kendimin geçip geçemeyeceği idi. Bu düşüncenin kendisi bile nabzımı yükseltiyordu. Hemen sonrasında yarışın kendi zorluğunun dışında, kuraya girebilmek için gereken kabul kriterlerinin bile ne kadar zorlu olduğu aklıma geliyor hemen gerçek dünyaya dönüyordum. O zamanlar koşmaya başlayalı sadece 2 yıl olmuştu ve ilk ultramaratonumu yeni koşmuştum. Bu düşünceler içindeyken ileride abim görünüyor, yanıma gelince bayrağı ona veriyorum ve arkasından koşarak yarışı bitirip mutlu sona ulaşmasını kameraya alıyordum.

Fotoğraf: Adventure - Abim Aykut Çelikbaş 2014’de ilk Spartathlon finişine çok yakın. Ben de arkada bunu kameraya alırken aynı duyguları yaşayabilme hayali kuruyorum.

O zamanlar bunu bilmiyor olsam da, aslında benim Spartathlon maceram bu şekilde başlıyordu. Aylar önce okuduğum bir kitapta, insan beyninin karar verme eylemini biz farkında olmadan çok daha önceleri yaptığından bahsediyordu. Örneğin mağazaların birinde güzel bir giysi gördünüz ve beğendiniz ama almadan geçip gittiniz. Eğer o elbiseyi gerçekten almayı istiyorsanız  beyin onu gördüğünde o kararı almış oluyor ama o anda siz onun farkında olmuyorsunuz. Eve gidip bu kararı kendinize kabul ettirmeniz sadece alınmış bir kararın dışa yansıması oluyor ve bir kaç gün sonra gidip elbiseyi alıyorsunuz. Bunu anlatmamdaki sebep şu, o gün sanırım ben farkında olmasam da beynim orada bu kararı almıştı. Sadece ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyordum ve elbette kendimi buna ikna etmem gerekiyordu.

Koşan hemen herkesin başına gelmiştir, eğer ulaşmak istediğiniz bir yarış hayaliniz veya hedefiniz var ise bazı antrenmanlarda veya sonrasında bunu düşünüp yapıp yapamayacağınızı belli hesaplamalar yardımı ile tartarsınız. Şu kadar mesafeyi şu hızda koşabiliyorsam, şu anda hala enerjim var ve kendimi iyi hissediyorsam, şu kadarı nasıl olur gibi.. İşte ben de aradan geçen 2 yıl sonrasında çok nadir de olsa ara ara Spartathlon kalifikasyon kriterlerine bakıp bu tip hesaplamalar yapmaya çalışıyordum. Bu belki kendimi buna ikna etmeye çalışma çabasıydı, ama bu işler tabii bu kadar kolay olmuyor. Her bir kalifikasyon kriteri birbirinden zordu ve o zamanlar benim için ulaşılması pek de mümkün görünmüyordu.

2017 yılının başında Toronto, Kanada'ya taşındım. Yeni ülke, yeni çevre, yeni kültür zorlu bir süreçti. Bu streslerden pek fazla koşmaya zaman ayıramıyordum. Motivasyonu arttirabilmek için yaşadığım civardaki ve Kanada genelindeki koşu yarışlarını araştırmaya başladım ve abim  Ottawa'daki Sri Chinmoy Self Transcendence 24 saat yarışını gösterdi. Yarışa bakarken Spartathlon için kura kalifikasyonlarından biri olan 100K'yı 10 saatin altında koşup koşamayacağımı düşünmeye başlayıp bu yönde antrenman yapmaya başladım. Yaklaşık 5 ay gibi bir süre vardı ve bu süre yeterince iyi antrenman yapılırsa gayet yeterliydi. Bu zaman dilimini çok güzel değerlendirdim ve istikrarlı şekilde çalışarak Temmuz 2017'de 100K’yı 9 saat 40 dakika koşarak Spartathlon kalifikasyonunu aldım. Ancak yarış sonrasında ve hatta aylar sonra dahi hep düşündüğümde Spartathlon'u bitirmek hala hayaldi. Çünkü Ottawa'daki yarışı 29-30 derece sıcakta ve %80 nemde koşmuştum, aslında bu değerler Spartathlon'un standart hava şartlarına çok yakındı. Bu açıdan iyi bir kıstastı ancak 100K'da durduğumda bırakın 150K'yı, 20-30 km bile gidecek halim yoktu. Bu düşünce aklımı aylarca meşgul edecekti.

2018 yılının başında kuraya başvurdum ancak ismim çıkmadı. Ben de kendime başka yarış hedefleri seçtim ama asıl hedefim belliydi. 2018 yılında da Ottawa'daki Siri Chinmoy 24 yarışında sadece 10 saat altında bitirmeye odaklanarak 100K'yı 9:52'de koştum. Bu seferki biraz daha yavaştı çünkü dört hafta önce Quebec’te 100K, 5000 metrelik bir patika yarışı koşmuştum.

Her ne kadar genel durumum geçen yıla göre daha iyi olsa da hala 246K'yı 36 saat içinde tamamlamak için yeterli değildi. 2019 yılının başında 2. kez kuraya başvurduğumda bu kez kurada çıkma şansım 2 kat fazla idi ve öyle de oldu. Kura sonuçları açıklandığında Turkiye’den ilk defa yarışa 3 kişi katılacaktık. 2019’da beşte beş yapmaya çalışacak  olan abim Aykut Çelikbaş, 2017'de ilk kez koşan ve bitiren Mert Derman ve ilk Spartathlon yarışını koşacak olan ben. Açıkçası ismimi katılımcı listesinde gördüğüm zaman çok karışık duygular içindeydim; korku, heyecan ve mutluluğu bir anda yaşıyordum. Ama sonralarda bu duyguların sadece bende olmadığını, başta ilk kez katılanlar olmak üzere katılan herkesin benzer şeyler hissettiğini öğrendim. Artık hazırlanma sürecine bir an önce başlamam gerekiyordu. Sadece antrenman hacmini arttırmak değil, sakatlanmadan sağlıklı şekilde start çizgisinde olmak da çok önem kazanmıştı. Spartathlon yarışında yarışabilecek olmak başlı başına çok özel bir şeydi ama bunu daha da özel hale getiren ise aynı yarışta iki kardeş beraber koşacak olmamızdı. Dolayısı ile ikimiz de bitirebilirsek tarihte çok ender yaşanmış bir şeyi de başarmış olacaktık.

Aslında kura açıklanmadan önce motivasyon olması açısından Amerika'da Mayıs ortasında yapılacak oldukça zor bir 100 mil patika yarışı olan Cruel Jewel 100’e kaydolmuştum. Ama aklımda elbette hep Spartathlon vardı. Hatta Amerika'daki yarışı koşarken dahi bambaşka karakterlerde yarışlar olmasına rağmen, 80K, 100K ve 160K sürelerime bakıp Spartathlon’u bitirebilmenin ne kadar mümkün olduğunu anlamaya çalışıyordum.

Haziran ayı ortasında bir önceki yılın tamamında koştuğum mesafeyi geçmiştim ve fiziksel olarak hayatımın en iyi dönemindeydim. Temmuz ve Ağustos aylarında da antrenmanları arttırarak devam ettim. Temmuz-Ağustos aylarında 3 hafta Türkiye'ye tatile gittim, bu hem moral açısından hem de abim ve yarışta destek ekibim olacak Suna ve Caner ile planlama yapabilme açısından çok iyi oldu. Kanada’da antrenman koşularımın neredeyse tamamını yalnız yaptığımdan Türkiye’deki dönem benim için çok güzel geçti. Hem arkadaşlarımla hem de abim ile koşma fırsatını buldum. Çeşme’de geçirdiğim 15 günde abim ile toplam 400K koştuk. Sonuçta Ağustos ayının başında eğer bir aksilik olmadan starta gidebilirsem bitirmek için gereken fiziksel kapasitede olduğuma inanmaya başlamıştım.

Bu yarış için mental olarak özel bir çalışma yapmadım, çünkü zaten bu yarış benim için her şeyin üzerinde idi ve ekstra motivasyona ihtiyacım yoktu. Eğer yarışa başlayabilirsem ancak zaman limitine yakalanmak yarışı bitirmemi engelleyebilirdi. Ama beni düşündüren bir nokta, koşan bir çok kişinin yaptığı gibi yarışı parçalara bölüp düşünmeye başladığım zamanlarda 180K'dan sonrasına geldiğimde bir belirsizlik olması idi. Bu mesafeden sonrası için herhangi bir plan düşünemiyordum. Belki daha önce bu mesafeden fazla koşmamış olmamdan ya da 172K'ya kadar zaman limitlerinin çok çok sıkı olmasından dolayı.

Ben bu yarışa Türkiye'den katılan 3. Kişiydim. Bunun benim için büyük bir avantajı vardı. 2014'de ilk kez katılan abim yarışı daha önce görmemişti ve Türkiye'den daha önce katılan kimse de olmadığı için ancak İnternet üzerinde bulabildiği sınırlı sayıda rapor üzerinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Daha sonra 2017'de katılan Mert de yarışı görmemişti ama en azından onun erişebileceği rapor sayısı daha fazla olmuştu ve en önemlisi abim ile konuşma ve bir çok şeyi öğrenme imkanı oldu. Ben ise 2014 ve 2015 yıllarında abimin destek ekibinde yer aldım. Dolayısı ile kayıt sürecinden yardım istasyonlarını, start-finişi, yarışın tüm atmosferini ve parkurun %90'ını gözümle görme imkanım oldu. Bu gerçekten büyük bir artı idi. Tek görmediğim yer 159. km’deki  dağ çıkışı idi, orayı da abime soruyordum. Bana çok da aşırı zor olmadığını söylüyordu, dolayısı ile çok üzerinde durmuyordum, ne de olsa patika ultralarında deneyimim vardı ve nispeten kısa bir çıkış idi. Bu dağ çıkışına ileride daha detaylı değineceğim.

Yarış 27 Eylül Cuma günü başlıyordu. İstanbul'dan geliyor olsam belki Çarşamba öğlen gibi Atina'da olabilirdim ancak Toronto'dan 10 saatlik uçak yolculuğu yapacağım için biraz daha erken gelmek istedim. Hem jetlag’i atlatmak hem de uçakta kapabileceğim olası bir mikroptan kurtulabilecek zaman yaratmak için. Daha önceki yarış raporlarında uçaktan mikrop kapan bir çok kişi olduğunu okudum. Böyle bir yarışa giderken insan paranoyak olabiliyor. Yarış haftası Pazartesi öğleden sonra Toronto’dan yola çıktım ve Salı sabahı 9:20 gibi Atina’ya indim. Şans eseri abimin uçağı da aynı zamanda iniyordu. Hatta pasaport gişesinde karşılaştık, ayarlasak böyle denk getiremezdik.

Fotoğraf: Aykut Çelikbaş - Atina havalimanında buluşma

O gün Atina'daki tüm otobüs şoförleri bir günlük grev yaptığından otobüs kullanamadık, dolayısı ile taksi ile otelimize gittik. Spartathlon yarışının kayıt ücreti içinde Çarşamba gününden itibaren 6 gün otel konaklaması ve tüm yemekler (sabah, öğle, akşam) dahil. Koşucular, Glyfada bölgesindeki 4-5 otele ülkelere göre yerleştiriliyor. Bu yıl Türk takımı olarak İngiltere, Çekya, Polonya, Fransa, Norveç, Filipinler, İrlanda, Portekiz, Paraguay gibi ülke  ekipleri ile beraber kalacaktık. Biz Salı günü Atina'da olduğumuzdan aynı bölgedeki otellerden birinde 1 gecelik otel rezervasyonunu önceden kendimiz yaptırmıştık. Salı günü otele geçtikten sonra biraz dinlendik ve öğlen yemek için Glyfada şehir merkezine gittik. Geçtiğimiz yıl yarış günü kasırga ve anormal bir yağmur vardı ancak bu yıl tam tersi havanın aşırı sıcak ve nemli olacağı görünüyordu. Salı günü çok sıcak ve nemliydi. Bütün gün ara ara yağmur yağdı. Akşam yemekten önce abim ile beraber kısa bir koşu ile uçak yorgunluğunu attık ve yemeği otelde yiyerek odaya dinlenmeye çekildik. 10 saatlik uçak yolculuğundan ve saat farkından dolayı çok uykum gelmişti. Hemen uykuya daldım ancak o akşam çok iyi uyuyamadım. Neyse ki jetlag'in etkileri ertesi gün iyice azaldı.

Çarşamba günü sabah yine kısa bir koşu sonrasında kahvaltı yaptık ve organizasyonun belirlediği otele geçtik. Türk takımı olarak 3 kişi olduğumuzdan üçümüze bir oda vermişlerdi ancak Mert destek ekibi ile son hazırlıkları yapmak için daha önceden ayarladıkları evde kalmaya karar vermişti. Yarış kayıt işlemleri çarşamba günü 10:00'da başlıyor ve Perşembe günü öğlene kadar sürüyor. Biz Çarşamba saat 10 civarında kayıtların yapıldığı Fenix oteldeydik. Burada sağlık raporunu teslim ediyorsunuz, ve yarış numaralarınızı alıyorsunuz. Ayrıca eğer destek ekibiniz var ise onlar için arabalarına destek ekibi olduğunu gösteren çıkartmaları almanız gerekiyor.

Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış kitlerinin dağıtımından bir kare

Abim 5. kez katıldığı için hem çok arkadaşı vardı hem de daha önce İngilizce yazdığı yarış raporları (http://www.aykutcelikbas.com/search/label/Spartathlon) Spartathlon resmi sitesinde yayınlandığı için neredeyse herkes onu tanıyordu. Bazılarını ben de 2014 ve 2015 yıllarından hatırladım. Ortam bir aile havasında idi, bir çok kişi birden fazla kez katıldığı için çok sıcak bir atmosfer vardı. Yol ultramaratonları denince orada belki de dünyanın en iyileri bir arada ve koştukları yarışlar, mesafeler, süreler akıl almaz düzeylerde ama ne bir ego, ne bir kibir söz konusu... Dünya 24 - 48 saat şampiyonları, ülke milli takımlarındaki koşucular, UTMB gibi patika yarışlarında ilk 30'larda olanlar, 100 mil dünya rekortmeni Zach Bitter, Spartathlon’u arka arkaya 19 kere bitiren Andras Low vs gibi insanlardan bahsediyorum. Muhtemelen koşu kariyeri olarak oradaki en mütevazi kişilerden biri bendim. Zaten bunu buraya gelmeden biliyordum, dolayısı ile bu beni çok strese sokmadı. Bu insanlar ile aynı yarışta koşabilecek olmak bile benim için müthiş büyük ayrıcalıktı. Ayrıca abimin tanıştırdığı herkes beni inanılmaz yüreklendirdi. Konuştuğum bir tanesi bile daha önce hangi yarışları koştuğumu sormadı bile. Yarışa katılma hakkını alıp burada olmam onlar için yeterliydi.

Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış kitlerinin dağıtımından bir kare

Kayıt işlemleri bittikten sonra otele döndük, destek ekibim olacak Suna ve Caner de gelmişti. Hep beraber otelin lobisinde oturup yarışı konuştuk ve son detayları planladık. Hangi yardım istasyonunda ne yiyeceğim, kıyafet değiştirip değiştirmek istemediğim, kafa fenerini ne zaman almayı planlıyorum, hangi zaman aralıklarında ilerlemeyi planlıyorum vb bir çok şeyi konuştuk.

Bu yarışın en önemli özelliklerinden biri, 246K’da 74 tane istasyon olması ve her bir istasyonun zaman limiti olması. Dolayısı ile sürekli hızlı hareket etmek zorundasınız yoksa limite takılarak yarış dışında kalıyorsunuz. Destek ekibine bu 74 noktanın sadece 14'ünde koşucularına destek vermesi için izin veriliyor. Bu noktaların dışında kesinlikle yardım alamazsınız, destek ekibi yanınızda araba ile gelemez aksi halde diskalifiye olursunuz. Yarış esnasında çok fazla yarış görevlisi araba ile bu durumu kontrol ediyor.

Perşembe günü genel olarak bırakma çantaları (drop bag'lerin) ve diğer eşyaların hazırlanması ile geçti. Ekibe sabah abime destek olmaya gelen Budak da katıldı ve ekip tamamlandı.

Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Perşembe günü son hazırlıklar tamamlanmak üzere

Her şeyi hazırladıktan sonra hep beraber saat 17:00'de İngilizce yapılacak olan yarış brifingine gittik. Yarış brifingi 30 dk olarak önce Yunanca daha sonra Japonca, en son İngilizce olarak yapılıyor. Bu benim koşucu olarak ilk ama toplamda 3. yarış brifingim olacaktı. Brifingde özellikle yarışın çok sıcak ve nemli bir havada geçeceğinin altı çizildi. Sonuçta bu bir ultramaraton ve dayanıklılık yarışı ve hava durumu hiçbirimizin kontrol edebileceği bir durum değil. Dolayısı ile şartlar ne olursa olsun ona uyum sağlamak da bu işin bir parçası. Ancak havanın normalden daha sıcak ve nemli olması yarış planlarımı tekrar gözden geçirmemi gerektirdi. Bu konuyu yarışı anlattığım ilerleyen bölümlerde bahsedeceğim.

Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - İngilizce yarış brifinginden bir kare



 
Fotoğraf:  İngilizce yarış brifinginden hemen sonra Spartathlon direktörü Kostis Papadimitriou ile hatıra fotoğrafı




Fotoğraf: İngilizce yarış brifinginden sonra Spartathlon Türk ekibi olarak hatıra fotoğrafımız

Akşam üzeri yemeği yiyerek ekip ile sabah görüşmek üzere vedalaştık ve uyumaya çekildik. Bir önceki gün çok güzel uyuduğum için çok endişeli değildim. Sabah otobüsler otellerden koşucuları 6'da alarak yarışın başladığı Akropol’e götürüyor. Kahvaltı, son hazırlıklar vs. için saatimizi 4:50'ye kurarak yattık. 30-40 dk kadar uykuya dalmakta zorluk çektim, açıkçası kendimi çok heyecanlı hissetmememe rağmen kalbimin her bir atışını bütün vücudumda hissediyordum. Herhalde onca zaman beklediğim anın gelmesinin bir yansıması idi. Çok fazla dert etmedim ve başka şeyler düşünmeye çalıştım. Bir süre sonra uykuya dalmışım ve gayet güzel dinlenmiş şekilde uyandım.

Kahvaltıya indiğimizde herkesin yüzünde biraz gerginlik hissediliyordu. Ne kadar deneyimli, ne kadar hızlı ve güçlü olursanız olun her yarış ayrı bir bilinmez, ayrı bir mücadele. Kimse için bir garanti yok.

Saat tam 6'da arabalara bindik ve Akropol’e doğru yola çıktık. Yolda Suna ve Caner'e 80K'ya planladığımdan daha geç gelmeyi planladığımı, dolayısı ile endişe etmemelerini söyledim. Çünkü Spartathlon kalifikasyonu için Ottawa'da 100K koşarken hava hem inanılmaz sıcak hem de çok nemli idi ve bu şartlarda koşmanın vücuda ne gibi etkileri olduğunu çok iyi biliyordum.  80K'nın zaman limiti 9,5 saat. Ben ilk planımda 8-8:15 gibi varmayı hedefliyordum ancak bunu 8:30, hatta 8:45 olarak kafamda düşünmeye başladım. Eğer bir şekilde bu plana uyabilirsem ve enerjimi koruyabilirsem hava karardığında alabildiğim kadar yol almak yeni planım olmuştu.

Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Yarış sabahı Akropol’e doğru giderken

Saat 6:30 gibi Akropol’e vardık, Mert'ler de gelmişti ve hep beraber hatıra fotoğraflarımızı çektirdik. Artık son dakikalar yaklaşıyordu, kendime son bir kez buraya kadar bile gelebilmenin büyük bir iş olduğunu, start çizgisine kendi ölçülerim dahilinde fiziksel ve mental olarak en iyi şekilde geldiğimi, bu çok özel yarışta dünyanın en iyileri ile beraber ve hepsinden önemlisi kardeşim ile koşabilme ayrıcalığını elde ettiğimi hatırlattım. Artık bundan sonrası, bunca senedir beklediğim anın keyfini yaşamak ve elimden gelenin en iyisini yapmaktı.

Fotoğraf: Budak Timuralp - Akropol’de yarışın öncesinde hatıra fotoğrafları


Fotoğraf: Budak Timuralp - Akropol’de  hatıra fotoğrafları



Fotoğraf: Suna Altan - Akrpol’de yarışın öncesinde hatıra fotoğrafları


Fotoğraf: Budak Timuralp - Acropolis’te yarışın öncesinde hatıra fotoğrafları

Saatler tam 7:00'ı gösterdiğinde Sparta'daki Leonidas heykelinde son bulacak uzun ve zorlu yolculuğumuz başladı. İlk iki kilometrenin iniş olmasının etkisi ile biraz hızlı koşmaya başladık, sonra yavaş yavaş hızımızı azalttık. Türk ekibi olarak beraber ilerliyorduk ancak bir süre sonra abim ile ben biraz daha yavaşladık. Mert aynı tempo ile giderek uzaklaştı ve gözden kayboldu. Biz yaklaşık 5:05-5:15 pace'lerde ilerliyorduk ama 246K'lık mesafe göz önüne alındığında bu hızlar bile benim için çok hızlı idi. Bir süre abim ile beraber koştuktan sonra yaklaşık 10. Km'de herkesin kendi hızında devam etmesi için ayrılmaya karar verdik. Sparta’da görüşmek üzere sözleştikten sonra ayrıldık.

Yarışın ilk kilometreleri Atina içinden geçerek otoyola bağlanıyor. İlk inişten sonra çok eğimli olmayan uzun bir yokuş var. Sonrasında yine çok uzun bir yokuş aşağı ile otoyola bağlanıyor ve uzunca süre düz şekilde ilerliyor. Buralarda manzaralar çok da güzel değil açıkçası ama koşarken etrafıma ve geçen koşuculara bakıp hangi ülkeden olduklarını anlamaya çalışıyordum. Hava çok nemli ve koşan herkesin üstü terden sırılsıklam olmuş halde. Her 4-5 km civarında bir istasyon ve ona ait zaman limiti var. Hepsinde mutlaka bir su içmeye çalışıyordum çünkü sıcak ve nemden dolayı aşırı su kaybediyorduk.

Bundan sonraki yardım istasyonlarında kola içmeye başlayıp 15K ile 25K civarlarında bir tane jel aldım. İlk yarı maraton çok hızlı bitti. Burada bir okul önünden geçiyoruz ve okulun önünde çocuklar öğretmenleri ile beraber sıra olmuş geçen koşucuları alkışlayıp destek oluyor. Bu manzaraların hepsini 2014 ve 2015'den hatırlıyorum, sanki yarışı 3. kez koşuyorum. 30K civarlarında yavaş yavaş güneş bulutların arasından kendini göstermeye başlıyordu. Kendi kendime en azından bu noktaya kadar direk güneşe maruz kalmadığımız için şanslıyız diye düşünüyordum.

Yanıma güneşten korunmak için beyaz ince kolluk almıştım ama 30K güneş kendini iyice hissettirene kadar giymemiştim. Güneşin çıkması ile ortam bir anda sıcaktan yakıcı hale geliyor. Artık istasyonlarda sadece bol su içmiyorum, su kovalarındaki süngerler ile kollarımı başımı yüzümü ıslatıyorum. Bu civarlarda kolluklarımı taktım, onları ıslatmak iyi oluyor çünkü derimden daha uzun süre ıslak kalıyorlar ve derim güneşe direk maruz kalmıyor. Ayrıca bazı istasyonlarda buz bulursam içlerine atıyorum. 35K civarında bir rafineriden geçiyoruz, çok kötü koku var. Mert'in 2017'deki raporu aklıma geliyor, orda bundan bahsetmişti. Neyse ki birkaç kilometre sonra bitiyor. Maraton noktasına yaklaşıyorum, burası destek ekibini ilk göreceğim nokta, ama durmayacağım çünkü 80K 'ya kadar jel ve kola ile gidebilirim diye düşünüyorum. Normalde 30-35K’ya kadar olan antrenmanlarımda sadece su içiyordum.

41K civarında önümdeki koşucular kaldırıma çıktı, onlar çıkınca ben de çıktım. Bir süre sonra koşarken bir anda ne olduğunu anlamadım ve kendimi yere kapaklanmış şekilde buldum. Yere düştüğümde sağ diz kapağımı yere çok kötü vurdum. Yerden kalktım ama bir 10 saniye kadar durdum, hiç beklemediğim bir şekilde düştüğüm için tökezlediğimde kaslarım çok sarsıldı. Kalktığımda ilk önce ne olduğunu anlamaya çalıştım, çünkü dümdüz kaldırımda koşuyordum. Geri baktığımda elektrik direklerinin kaldırıma monte edildiği demir plakaya ayağımın takıldığını gördüm. Sonra biraz sekerek koşmaya devam ettim ve ağrı geçince normal koşu formuna döndüm.

42K da tüm destek ekiplerini görmek harika oldu çünkü abim ve Mert benden 10-15dk kadar önce geçmişti. Bir lokma sandviç  ve yarış öncesi aldığım turşudan yedim. Ama bir de ne hissedeyim, turşu acıymış! Destek ekibi hemen çıkar dese de yedim, acıyı severim ama sonraki istasyonlarda elbette bir daha ondan yemedim.

 
Fotoğraf: Budak Timuralp - 42K’daki destek ekibinden yardım alabildiğimiz ilk istasyon

Suna ve Caner sağolsun bana sonra başka turşu hatta yeşil zeytin de almışlar. Tuz için ikisi de çok iyi. Daha önce yarışlarda turşu yiyenleri çok görüyordum ve turşuyu çok seven biri olarak ilk defa Amerika’da koştuğum yarışta denedim ve çok da iyi geldi.

42K'dan çıktıktan sonraki ilk hedefim 50K'ya ulaşmak, sonra 80K’daki ana destek istasyonuna ulaşmaktı. Aradaki mesafe çok olduğundan mesafeyi kafamda 10K’lık parçalara böldüm. Dolayısı ile 50K’dan sonraki ilk hedefim 60K, ondan sonra 70K olacaktı. 52K'ya kadar fena gitmiyordum ama sıcaklık kendini çok kötü hissettiriyordu, bacaklarda da artık bir ağırlaşma hissediliyordu. Koşarken yanımdan biri geçiyor, kendisini ben iyi tanıyorum ama tabi o beni tanımıyor. Yanımdan geçen kişi Spartathlon yarışını anlattığı ULTRA belgeselinin yönetmeni Macar Balazs Simonyi. Yanına yaklaşıp “sen “ULTRA” belgeselinin yönetmenisin değil mi?” diye soruyorum. “Evet” diye cevap verince kendimi tanıtıyorum. Abimin iyi arkadaşı olduğu için Aykut'un kardeşi olduğumu, ilk defa koştuğumu söylüyorum. Biraz beraber koştuktan sonra biraz yavaşlıyorum. O çok güçlü şekilde ilerliyor. Yarışı 26 saat gibi inanılmaz bir sürede bitirdiğini sonra öğreneceğim.

Fotoğraf: Budak Timuralp - 42K istasyonundan ayrıldıktan sonra, diğer istasyona desteğe giden Budak’ı yanımdan geçerken selamlıyorum.

52 km ile 58 km arası en zor geçen bölümlerden biri oluyor benim için. Koşmaya çalışıyorum ama bir süre sonra yürümek istiyorum. Bu bölümdeki iniş çıkışların da etkisi var sanırım ama asıl zorluk tam tepeden vuran yakıcı güneş. Yarış sonrasında öğlen saatlerinde herkesin çok çok zorlandığını ve çeşitli problemler yaşadığını öğreneceğim. Kendi kendime 60K'ya kadar geldikten sonra sadece 20K kalacağını hatırlatıyorum ama uzun süre koşmakta zorlanıyorum. Biraz yürümenin bir sorun olmadığını, 80K ya 8:40 gibi bile gitsem normal olduğunu düşünüp rahatlamaya çalışıyorum. Ama etrafımdaki herkes koşuyor veya bana öyle geliyor. Paniklemiyorum ama onların bu havada zorlanmadan koşmaları ilginç geliyor (Elbette herkes zorlanıyordu ama o anda sanki tek zorlanan benmişim gibi hissediyordum).



Fotoğraf: Sparta Fotoğraf Kulübü - 45-50K arasında bir noktada koşarken.

Bir şekilde 60K geliyor, 62K civarlarında yanıma Amerikan takımının kaptanı, abimin de çok iyi arkadaşı olan Andrei Nana geliyor. Onunla beraber koşmaya başlıyorum ve sohbet ile 3-3,5K çok güzel akıyor. Havanın çok sıcak olduğunu söylüyorum ama o Miami’de yaşadığı için onun için normal şartlar. 64-65K gibi kısa bir yürüme molası veriyorum ve Andrei devam ediyor. Biraz sonra Motor Oil diye çok büyük bir rafineri bölgesine geliyoruz. İzmit'in rafineri bölgesi gibi ama o iğrenç koku da ne! Cehennnem sıcağı ve nem üzerine bu koku çok zorluyor. Neyse ki 2-3K sonra geçiyor artık 70'lerdeyim. 80K'ya yaklaştığım için kendimi biraz daha iyi hissediyorum. Hesaplarıma göre 8:30 civarlarında 80K istasyonu olan Hellas Can'da olabilirim. 77.5 km’de insan eliyle yapılan Corinth Canal köprüsünden geçiyorum. Muhteşem bir görüntü, durup fotoğraf çekmek istiyorum ama zamanla yarıştığım için vazgeçiyorum. İnternette yeterince fotoğraf var!

Fotoğraf: Budak Timuralp - Corinth Canal’ın muazzam görüntüsü

Sonra çok hafif yokuşlu bir 2.5 km var, bitmek bilmiyor. Yürü koşlar ile bir şekilde geçiyorum. 80K’ya geldiğimde Caner beni karşılıyor. Kendisine çok sıcak olduğunu sürekli koşmakta zorlandığımdan yakınıyorum. Bana gayet iyi gittiğimi herkesin perişan olarak 80K'ya geldiğini söylüyor.

80K istasyonu ana istasyonlardan biri olduğundan hep çok kalabalık ama bu yıl fazlası da var. Araba için park yerini biraz ileride bulabilmişler, 100 metre kadar beraber ilerliyoruz. 80K’ya 8:22'de giriyorum, benim için bu hava şartlarında çok iyi ama daha 160K daha var, ne kadar enerjim kalmış 28 saat sonra göreceğiz. Burada Caner ve Suna bana çok güzel püre ve pilav yapmışlar. Yoğurtla beraber yedikten sonra biraz turşu biraz zeytin yiyorum. Bacaklara masaj yapıyorum ama quadlarım gereğinden fazla yıpranmış. Yaklaşık 12-13 dk sonra tekrar yola çıkıyorum.

 
Fotoğraf: Suna Altan - 80K istasyonundan 100 metre kadar ilerideki arabaya doğru gelirken

Zaman limitinden 50 dk ilerideyim. İlerleyen kısımlarda rahatlamak için bu süreyi arttırmak istiyorum. Midem dolu olduğu için istasyon sonrasındaki bir kaç kilometreyi postacı yürüyüşü ile geçiyorum. Ara ara koşmaya çalışıyorum ama hem bacaklarım ağrıyor hem de karnım çok şiş. Yürümeye devam.

Bu noktaya kadar kafamı çok kurcalayan bir nokta vardı. Çok sıvı içmeme rağmen çiş yapamıyorum. Bir iki defa denediğimde çok az yaptım ve renginin çok koyulaşmış olduğunu gördüm. Bu beni biraz endişelendiriyor çünkü daha yarış çok uzun. Sonra aklıma yeterli tuz alamadığımdan olabileceği geliyor. Aynı şey Ottawa 24 saat yarışında da olmuştu ve yarış sonunda doktor hemen tuz tableti alıp su içmemi söylemişti. Gerçekten kısa süre sonra düzelmiştim. Yanımdaki tuz tabletleri çok kuvvetli olduğundan tuzu besinlerden almaya çalışıyordum ama hava o kadar sıcak ki yetmiyor. Hemen bir tuz tableti alıyorum, istasyonlardan bol sıvı tüketimine devam. 94K’ya 1 saat 50 dk zaman sınırı var, eğer daha yavaş gidersem 50 dk’lık zamanımdan yiyeceğim. Bu hiç uzun bir süre değil. İşte bu yarışın en büyük zorluğu bu, sürekli koşmanız gerekli.

 
Fotoğraf: Suna Altan - 80K istasyonundan ayrıldıktan hemen sonra yediklerimi hazmedebilmek için bir süre yürüyorum.

İlerleyen bölümlerde zaman limitleri bir nebze rahatlayacak diye kendimi motive etmeye çalışıp 94K'ya 10-15 dk arttırarak geliyorum, Caner ve Suna’ya bu zaman limitlerinin çok saçma olduğundan yakınıyorum. Sürekli koşmakta zorlanıp biraz daha yürümek istiyorum ama imkansız! Burada sandviç, turşu ve zeytin yiyorum. Üzerimdeki atletimi değiştiriyorum. Bu istasyonda Spartathlon efsanesi Finlandiyalı Seppo Leinonen’i görüyorum. Abimi ve beni tanıyor. İyi gittiğimi bu şekilde devam etmemi söylüyor. Aslında bu şekilde devam edebilsem bir sorun olmadığının farkındayım ama ifade edemediğim şey koşmakta çok zorlanmam. Sıcak ve nem bütün enerjimi aldı, bacaklarım şişti. Koşamazsam bir iki istasyon sonra zaman limitine takılacağım. 

Bir sonraki destek istasyonu 102.1 km’de. Yani yaklaşık 9.5 km uzakta. Cepten süre yememek için 1 saat 20 dk'da almak lazım.  Kağıt üzerinde kolay gibi, 8.30 pace civarı ama iş öyle olmuyor, her istasyonda durup ıslanmak zorundasın, bir şeyler yemen lazım, çiş molası vermeye çalışıyorum ve bunların hepsi bir zaman. Nem ve güneş bir türlü gitmedi! 102K’ya 10 dk arttırarak geliyorum ama istasyonlarda 7-8 dk kalmak zorunda olduğum için bu avantaj her seferinde gidiyor ve tekrar 60 dakikaya iniyor. Bir sonraki istasyona vardığımda hava kararmış olacak. Neyse ki artık güneş batmaya yakın diye düşünüyorum. Bu istasyonda küçük kafa lambasını alıyorum, bir sonraki istasyonda hava tamamen kararınca diğer büyük lambayı alacağım.

Bir sonraki istasyon 113K'da, güneşin iyice alçalmış olmasıyla bu bölümde bir nebze daha iyi hissediyorum. Bu bölüm ufak çıkışlar başlayıp son kilometresi oldukça dik bir tırmanışla bitiyor.  Burada yürü koş ile fena ilerlemiyorum. Son çıkışa geldiğimde hava tamamen kararmış durumda ve fener ışığında koşuyorum. Yürüyerek kıvrılan yoldan tırmanıyorum ve istasyonun girişinde Caner karşılıyor beni. Burada biraz fazla kalıyorum sanırım. Çorba içiyorum, tekrar masaj yapıyorum bacaklara, üzerimi ve şapkamı değiştiriyorum. Kafa fenerini büyük olan ile değiştirip yanıma rüzgarlık alıyorum. İstasyondan çıkarken Caner ve Suna elime bardakta püre veriyorlar.. Hala zaman limitinin 60 dakika önündeyim ve tek isteğim biraz daha fazla yürüyebilmek. Buraları çok net hatırlamasam da sürekli bir savaş halindeyim. Kendimi koşmaya zorlayıp 50-100 metre gittikten sonra yürümeye başlıyorum. Aralıksız devam edemiyorum ve bu çok canımı sıkıyor. Çiş yapmak için duruyorum ama yapamıyorum ve sürekli çok zaman kaybediyorum. Yanımdan insanlar geçiyor, onlara tutunarak beraber koşmaya çalışıyorum ama birer birer uzaklaşıyorlar.

Gündüz normalden çok daha fazla enerji harcadım ve her şeyin bir bedeli var! Sürekli pozitif düşünmeye çalışıyorum ama kolay değil. Sürekli kafamda hesaplamalar yapıyorum. Yorgunluk, bacaklarımdaki ağrılardan koşamamak olumsuz etkiliyor ama bir şekilde 60 dakikaya tutunmayı başarıyorum. Kendi kendime 172K'ya bu şekilde gelirsem sonrasının daha kolay olacağını söylüyorum. (Büyük bir yalan. 200’ü geçene kadar hiç rahatlayamadım!)

Fotoğraf: Suna Altan - 102K istasyonundan ayrıldıktan sonra, güneş nihayet etkisini yitirmeye başlamış.

Bunları abim koşarken yaşamıştım, ama içinde olmak ayrı bir şey. Destek ekibinin olmadığı ara istasyonlardan sadece kola, meyve suyu ve jelibon şeklinde olan power jel'lerden yiyip içebiliyorum. Sıcakta yüksek efor sonrasında mide hiçbir şey istemiyor. Ama bir şey yiyemezsen enerjin de az olur. İşte bunların hepsi bu işin bir parçası. Bir şekilde sorunu çözüp devam etmek zorundayız, ya da pes edeceğiz.

123K’dan sonra zorlu ve uzun bir bölüm var. Destek ekibini 139.5 km’de göreceğim. 10K'lik segmentleri gitmek daha kolay geliyordu ama bu bölüm çok uzun. Normalde geceleri kafa lambasının ufak ışığına odaklanıp koşmayı çok severim ama bu sefer öyle olmuyor. Bir şekilde ilerliyorum ama istediğim gibi değil. Daha iyi koşabilmem gerek. Daha yarışın ortasındayım ve kalan mesafe üstüme çöküyor. Daha sonra yarışın favorileri ve en tecrübelileri dahil herkesin buralarda çok zorlandığını öğreneceğim. 139.5K istasyonuna gelirken ekibe yaklaştığımı haber verdim. Caner son kısmın iniş olduğunu koşmam gerektiğini söyledi. Telefonu kapattıktan sonra yaptığım hesaba göre eğer 8-9 pace ile inersem zaman limitinin 60 dk altında istasyona varacaktım! Orada durma süresi de eklenince işler iyice zora girecekti. O korkunun getirdiği adrenalin ile 3 km’yi yaklaşık 6 pace ortalama ile indim. Tabii bacaklarda hemen etkisini hissettim. Bu istasyonda da 6-7 dakika kaldım. Ne yediğimi çok hatırlamıyorum ama sanırım çorba ve belki biraz da püre.

Fotoğraf: Suna Altan - 123K istasyonunda püre yiyorum, Caner quadlarıma masaj yapmaya çalışıyor.

Tekrar istasyondan çıktım, Caner ve Suna müthiş destek olmaya çalışıyorlar. Normal bir yarış olsa daha pozitif olabilirim ama bu yarışı abimle iki defa yaşadım, en ufak hatada arttırdığım 60 dakikadan yemeye başlayacağımı biliyorum. O kadar emek verip hazırlandığın yarışta 15-16 saat tam performansa yakın gittikten sonra hala zaman limitine bu kadar yakın olunca çok pozitif olmak gerçekten kolay değil. Kendime sürekli sen elinden geleni yap sonrasına yapabileceğin bir şey yok diyorum ama sonra aslında işlerin benim elimde olduğunu düşünüyorum. Koşmam gerek. Sadece koşmak. 148.K’ya doğru bu kendimle savaş yaparak ilerlerken bir yandan da elimde yarış öncesi hazırladığım zaman ve eğim profiline bakarak hesaplamalar yapıyorum.

Bir sonraki bölüm 148K'dan başlayıp 159.5 km noktasındaki Mountain Base istasyonuna giden ve son 5 km’si tamamen yokuş olan bölüm. Burayı araba ile bile çıkarken çok uzun ve dik geldiğini hatırlıyorum ama öncesi aklımda kalmamış. Elimdeki profilde sürekli çıkış gibi görünüyor ve profile göre 11K’ya sadece 2 saat vermişler. Cepten yemeden çıkmam mümkün değil diye düşünüyorum. Rahatlayabilmeyi umarken sürekli üzerimdeki baskı artıyor. 148K'ya geldiğimde üzerimi değiştiriyorum ve bir şeyler yemeye başlıyorum. Burada yarışı 15 defa bitiren Norveç'li efsane Eiolf Eivindsen var. Yanıma gelip gayet iyi gittiğimi, kendisinin yarışı sakatlığından dolayı bıraktığını söylüyor. Bu olay bana yarışın sadece benim için değil, herkes için çok zor olduğunu tekrar hatırlatıyor. 159.5 km’ye doğru yola çıkıyorum. İlk kilometreler hafif iniş çıkışlar ile ilerliyor, elimden geldiğince koşmaya çalışıyorum ama çok zor. 154K civarında 5 km sürecek uzun ve dik tırmanış başlıyor. Hemen hesaplama yapıyorum eğer 11 pace ile çıkarsam 55 dk civarında kalacak. Daha Mountain Base istasyonunda oturup dağ tırmanışına hazırlanacaktım. Bütün planlar alt üst oldu! Lanet olsun zaman artmıyor! Kendi kendime ne olmasını bekliyorsun, tabii ki zor olacak diyorum.

Bütün gücümle yürümeye odaklanıyorum ama sinirim iyice bozulmuş durumda. Caner'i arıyorum ve birkaç dakika kestirmeye çalışırken uykudan uyandırdığımı anlayıp kendime kızıyorum (ama nereden bilebilirim - o anda bunları düşünemiyorum). İstasyonda hiç durmayacağımı, çok zaman kaybettiğimi, bu şekilde gidersem limite takılacağımı, zaten yanımda rüzgarlık olduğunu dolayısı ile hiç bir şeye ihtiyacım olmadığını söylüyorum. Bir süre sonra Suna arıyor, istasyona geldiğinde Ensure içmek ister misin diye soruyor. Evet diyorum, çünkü orda içecegim diye bir önceki istasyonda içmemiştim. Daha sonra da Budak ve Abim arka arkaya arıyor. Tabi o anda anlayamadım ama Caner ve Suna paniklediğimi hissedip onlara haber vermişler. Abimle konuştuktan sonra duruma daha geniş pencereden bakıp rahatladım ve tekrar önümdeki işe odaklanarak geri kalan bölümü gerçekten iyi bir hızla tırmandım. Eğer rüya görmediysem yaklaşık 20 kişi kadar geçtiğimi anımsıyorum. Zaman limitine takılsam bile son saniyesine kadar kendimi zorlayacacağıma söz verdim.

İstasyona yaklaşırken Suna karşıladı, hasta olmasına rağmen büyük fedakarlıkla dağın eteğinde beni bekliyordu. Neyse ki istasyonda hiç durmadım ve çok üşümedim. 10 saniyede Ensure’u içtim ve hemen dağa tırmanmaya başladım. Burası daha önce de belirttiğim gibi parkurun benim için en bilinmez noktası idi ve tırmanmaya başladıktan hemen sonra tamamen bir şok yaşadım. UTMB yarışlarını koşanlar bilir gece tırmanış öncesinde fenerler yıldız gibi gökyüzünde görünür. Burada da aynı o şekilde idi! İnanamadım, inanmak istemedim. Daha önce bilsem ve biri bana sorsa aynen şu şekilde tarif ederdim; UTMB'nin sondan bir önceki çıkışının birebir aynısı ama 1,5K uzunluğunda olanı! Eğim 30 derece civarında, görünce inananamadım. Abim bana çok abartı değil demişti. Hesaplama yapmaya çalışırken abim aradı. Hem uzunluğunu sordum hem de kendisine bu nasıl çıkış diye veryansın ettim. Neyse ki bu tırmanışlara alışığım sadece zihinsel olarak bu kadar beklemiyordum. Yukarıda istasyonda bir su ve yarım kola içip inişe geçtim. İniş çıkıştan zordu! Golf topu büyüklüğünde kaygan taşlar var ve eğim yüzde 20-25 civarı. Normal yol ayakkabısı kayıyor ve quadlarıma her adımda bıçak saplanıyor. Sonunda 2 kilometrelik bu eziyet bitiyor ve artık 6,5-7 km düz yol var. Burayı yine kendimi oldukça zorlayarak ama nispeten iyi koşarak geçtim. Nestaniye geldiğimde zaman limitinden 20 dk daha arttırmıştım. Sonunda!

Fotoğraf: Sparta Fotoğraf Kulübü - Dağ çıkışının sonlarına doğru bir kare. Aşağıda görünen ışıklar ne kadar tırmanıldığı hakkında ipucu veriyor sanırım.

İstasyonda bacaklara masaj yaptım, çorba, etimek ve biraz limon yedim. Caner hurmaların çekirdeklerini bile çıkarıyordu, desteğe bakar mısınız?

Bu istasyonda Mert'in de olduğunu söylediklerinde çok şaşırdım. Benden çok hızlı gidiyordu şimdi benimle aynı noktada, nasıl olur? İlk 100K'yı sıcakta çok hızlı gidince bacaklarının şiştiğini öğrendim. İstasyondan beraber çıktık. Bir süre yürüdükten sonra yürü koş yapmaya çalıştık, ama gidebildiğimiz mesafe sadece 100 metre civarında oluyordu. Tek aynı durumda olan ben değilmişim. O da istasyonlardan doğru düzgün bir şey yiyemiyordu. Sadece biz değil, çevremizdeki herkes benzer durumdaydı. Sıcak hava herkesi kırıp geçirmişti. Hava bir süre sonra hafif hafif aydınlanmaya başladı ve sis çöktü. 177K civarlarında düz yolda ilerlemeye çalışıyorken bu yıl 6. Kez Spartathlon’u bitiren Hollanda’nın en iyi kadın koşucusu olan Wilma Dierx geldi. Süper pozitif, süper güler yüzlü biri. 2014 yılında da abim ile 159K'daki Mountain Base istasyonuna beraber tırmanmışlar ve abime de destek olmuştu. Şimdi 5 yıl sonra sıra bizdeydi.

Yürü koş yapmaya başladık. Wilma koşacağımız noktayı söylüyordu, hep beraber koşuyorduk. İlerideki ağaca kadar, ikinci eve kadar, tabelaya kadar... Wilma gelene kadar 100 metre bile koşmakta zorlanırken artık bir seferde en az 300 metre gidebiliyorduk. İşte tecrübe böyle bir şey. Onun sayesinde kendimizi zorladık ve bu bölümü gayet iyi geçtik.

Fotoğraf: Suna Altan - 186K istasyonuna girerken.

186K'ya geldiğimizde 1 saat 13 dk gibi bir zamanımız vardı. Bu istasyon küçük bir kasabada ve buradaki küçük fırında sabah erken saatlerde çok güzel kurabiyeler yapılıyor. Caner ve Suna bana da almışlar, sıcak çay ile kurabiye yiyince çok güzel geldi. Mert istasyondan 30 saniye kadar daha önce çıktı. Tam koşup yetişmeye çalışacaktım ki çişim geldi ve dolayısı ile Mert'i yakalamam biraz zor hale geldi. Olsun önemli değil, sonuçta ikimizde kendi yarışımızı koşuyoruz. Geceden sonra her istasyonda içtiğim sıvı sonrası çişim gelmeye başladı. Bu normalde iyi bir şey ultra maraton yarışlarında ama burda değil, burada zamana ihtiyacım var her bir molam yaklaşık 1 dakika!

Moladan sonra yine yürü koşlar ile devam ediyorum ama bu sefer koşu kısmı daha fazla, kendimi iyi hissediyorum. Gün doğarken sisten dolayı güneş henüz etrafı ısıtamıyor, hava hafif serin, koşmak için uygun bir ortam vardı. İlerleyen kilometrelerde koştuğum mesafeler giderek arttı. Kendimi iyi hissediyordum. İstasyona 2-3 km kala 5:50 - 6:30 pace arası gitmeye başladım ve 1 km kala Mert'e yetiştim ama tempomu durup bozmak istemedim. Nasıl olsa bana yetiştir diye düşündüm, koşabiliyorken gidebildiğim kadar gitmek en doğru karardı.

195K’daki Tegea istasyonuna 9:42 civarında girdim. Başak ve Can’a Mert'in gelmek üzere olduğunu söyledim, masadan yine bir meyve suyu ve su içtim. Caner'leri görüp görmediklerini sordum ama görmemişlerdi. Önemli değildi, kendimi iyi hissediyordum ve durmaya gerek yoktu. İstasyonun sonuna doğru arabayı gördüm. Yanından geçerken camı tıklattığımda Caner hem korktu, hem de şaşırdı. O kadar hızlı geleceğimi düşünmemişti. Durmayacağımı söyleyip devam ettim.

Artık 200K noktası yaklaşıyordu. Bir maratondan biraz fazla mesafe kalacaktı. Zaman limitininin 1 saat 20 dakika önündeydim ve arttırmayı umuyordum ama yavaşlayacağımı hesaba katmamıştım! Tam 200 km’ye  yaklaşırken 5 km süren dik bir çıkış başlıyor. Normal bir günde dahi tamamını koşamam. Tam burada Mert de yetişti ve beraber ağlaya sızlaya tırmanmaya başladık. Ama tempomuz iyiydi, birçok kişiyi geride bıraktık. Ancak her şeyin bir bedeli var! Çok fazla enerji harcıyoruz, güneş iyice kendini belli etmiş durumda, ilk günden daha sıcak bir gün bizi bekliyor. 206K'daki istasyon bir türlü gelmiyor.

Fotoğraf: Suna Altan - Mert ile 206K istasyonuna zorlu ve uzun bir tırmanış sonrasında ulaşıyoruz.

206K'daki istasyonda biraz limon yiyorum ama artık midem hiç bir şey istemiyor. Kola ve meyve suyunu zaten ara istasyonlardan içtiğim için destek ekibinin yardım ettiği istasyonlarda içmek istemiyorum ama ne yiyip içeceğimi de bilmiyorum midem her şeyden bıkmış durumda. Saatlerdir yüksek nabızda ilerlemek mideme kan gitmesini zorlaştırdığı için sindirimi zorlaştırıyor. 28 saat sonrasında bir şeyler yemeye çalıştınız mı bilmiyorum ama çok kolay olmadığını söyleyebilirim.

206K'da el mataramı alıp kollukları tekrar giyiyorum. Güneş yine yakmaya başladı. Tam ilk günkü cehennem sıcağını unutmaya başlamışken işte yeniden başlıyoruz diye düşünüyorum! Bu istasyondan çıktıktan sonra kısa bir süre güneş bulutların arkasında kaldı. Bu arada ne kadar çok koşabilirsem kardır diye düşündüğümü hatırlıyorum. Beş maraton bitti, geriye kaldı altıncı ve son maraton. Finiş hala çok uzakta ama yarışın uzunluğundan dolayı maraton mesafesi kısa görünüyor. 6 km sonraki istasyona ulaşıyorum. Artık 212. Km’deyim.

Fotoğraf: Suna Altan - 212K istasyonunda artık midem hiçbir şey istemiyor, burada limon yerken.

Sonraki istasyon 223K’da. Bu istasyondan çıktıktan 3K sonra, 226K'dan Sparta'ya kadar 15K iniş var ve son 5K düz. Ama iniş olması kolay olduğu anlamına gelmiyor. Artık tutmayan bacaklarla en zor şey aşağı doğru koşmak. Ama artık kafamda mesafeleri bölerek biteceğine inandırmaya çalışıyorum. Ama yazının başında her istasyonun (destek ekibinin destek veremediği ara istasyonlar dahil) ayrı zaman limitlerinin olduğundan bahsetmiştim, 212K'dan 223K'ya giderken zaman limitinden hala sadece 60 dakika öndeydik!

Bu noktada yine yürü koş yapmaya çalışıyoruz ama bacaklarım iflas bayrağını çekmiş durumda. Mert son bir gayret ile 300 metre koşup 100 metre yürüyelim diyor. Tamam diyorum. O 300 metreler bitmek bilmiyor, 7:20 pace civarında koşuyoruz ama sanki 3:45 ile interval antrenmanı yapar gibiyiz. Güneş tam tepemizde acımasızca yakıyor. Kesinlikle ilk günden daha sıcak. Ertesi gün bazı sosyal medya postlarında hissedilen derecenin 36’lara çıktığını okudum. Gerçekten böyle miydi bilmiyorum ama hissettiğim kesinlikle öyleydi. Mert ara ara yalpalıyor, uykusuzluk ve yorgunluk artık son noktada. İstasyonlara girip sünger ile yıkanıp kola - şu içip çıkıyoruz. 300-100m'ler fark ettirmeden baya yol aldırdı ve nihayet 223K'ya ulaşıyoruz! Artık neredeyse finişe bir yarı maraton mesafesi var ama rahat değiliz. 

Durmak yok, olabildiğince hızlı hareket etmeye devam. Artık koşmak pek mümkün değil. Aslında bu şekilde gittiğimizde bitireceğimizi bildiğimiz için beynimiz bizi sınırlıyor olmalı ama bitirip heykele dokunmaktan başka bir şey düşünmüyorum. Sparta'ya 10K kala Shell benzin istasyonu destek ekibimizi bitişteki Leonidas heykelinden önce gördüğünüz son istasyon. Bu istasyona o kadar yavaş geliyoruz ki, destek ekiplerimiz eminim ki beklemekten yoruluyorlar. Burada ben de abimi iki kere beklediğim için ne hissettiklerini biliyorum. O kadar yavaş geldiğimiz için kendilerinden özür diliyorum.

236K'da istasyonda t-shirtlerimizi değiştirip takım t-shirtlerini giyiyoruz. Burada son 3 yıldır Türk takımının muhteşem logolarını ve t-shirtlerini tasarlayan Kerem Yaman'a çok teşekkür etmek istiyorum. Sadece bu tshirtleri giymek için bile bu yarışı koşarım!


 
Logo Tasarım: Kerem Yaman

Son 10K'da ilerlerken artık daha çok keyif almaya çalışıyorum. Tek kötülük finişin bir türlü gelmiyor olması. Sparta’yı tepeden görüyoruz, kıvrıla kıvrıla inen yol bitmek bilmiyor. Geç bitirmenin bir avantajı da var. Sparta sokaklardaki insan sayısının çok fazla olması. Son kilometrede Caner bizi karşılıyor ve ucunda Leonidas heykelinin bulunduğu bulvara dönüyoruz. Son 500 metre... İşte 2014 yılından beri beklediğim an! Her şey bu an içindi. Mutluluğumu kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Alkışlar arasında sanki olimpiyatlarda madalyaya koşuyorum.

Benim ilk Spartathlon finişim olduğu için Mert jest yapıp önden gitmemi söylüyor. Kendisine tekrar çok teşekkür ediyorum. Sonunda 35,5 saatlik yolculuğum heykele dokunmam ile son buluyor. Finiş sonrasında tacım takılıyor, Evrotas nehrinden gelen sembolik suyu çanaktan içiyorum ve Mert ile beraber fotoğraflarımızın çekilebilmesi için pozlarımızı veriyoruz. 




Video: Spartathlon Canlı Yayını, Sedat Kurtuluş'ta videoyu kaydettiği için çok teşekkür ediyorum

Yarışı tamamlayan tüm yarışmacılar sağlık kontrolleri için finiş noktasında kurulan sağlık çadırına alınıyorlar. Bizde buraya gidiyoruz ve burada öncelikle ayakkabılar çıkarılarak ilaçlı suda yıkanıyor ve bakımları yapılıyor. Ayaklarımı yarıştan önce çok iyi bantladığım için oldukça iyi durumda. Bir iki mor tırnak dışında neredeyse hiçbir şey olmamış. Burada eşimi arayarak bitirdiğimi her şeyin yolunda olduğunu söylüyorum.

Bir süre oturduktan sonra otele doğru yola çıkıyoruz. Uzunca bir duş yapıyorum ve akşam yemeğini otelde yiyerek hemen yatıyorum. Çok güzel uyuduğumu söyleyemem ama en azından dinlenmiş ve mutlu olarak uyanıyorum.  


Fotoğraf: Suna Altan - 246K Leonidas Heykeli - Ve bitti!



Fotoğraf: Sparta Fotoğraf Kulübü - Evrotas nehrinden gelen sembolik suyu çanaktan içiyorum


Fotoğraf: Suna Altan - Finiş noktasında Mert ile beraber plaketlerimizi alırken.

Fotoğraf: Suna Altan - Finiş noktasında Mert ile beraber hatıra fotoğrafı.


 
Fotoğraf: Suna Altan - Sağlık çadırının olduğu bölümde ayak bakımları yapılırken rahatlama.



Fotoğraf: ? - Pazar günü Sparta’daki Leonidas heykelinde Türk takımı olarak hatıra fotoğrafı.


Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Leonidas heykeline 100 metre uzaklıktaki restoranda abim ile Sparta biraları ile kutlama pozu.


Pazar sabahı kahvaltı sonrasında Leonidas heykeline doğru hem hatıra fotoğraflarımızı çektirmek için hem de Spartan Mile yarışını koşmak için yola çıkıyoruz. Spartan Mile yarışı da nedir diye düşünüyor olabilirsiniz. Spartan Mile, 4-5 yıl önce İsveç takımının başlattığı, Spartathlon’dan sonraki gün Leonidas heykelinin arkasındaki atletizm pistinde koşulan 1 tur (400 metre) ve 4 turdan (1600 metre) oluşan sembolik bir koşu. Ancak bu koşunun birkaç kuralı var. Bu koşuya sadece Spartathlon yarışına başlayanlar (sadece bitiren değil) katılabilir. Herkes çıplak ayak koşmak zorunda, erkekler sadece iç çamaşırı ile, kadınlar ise istediği şekilde koşabilir. Tabii tahmin edebileceğiniz gibi 246K koştuktan sonra mesafe çok kısa da olsa çok komik görüntüler ortaya çıkıyor. Spartathlon’un Spartan Mile için antrenman koşusu olduğu esprileri yapılıyor. Ben bacaklardaki ağrılardan dolayı penguen gibi koşsam da gerçek anlamda uçarak koşanlar vardı.  

Fotoğraf: Budak Timuralp - Aynı Spartathlon yarışında finiş görmeyi başaran iki kardeş. Gururluyuz!


 
Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Artık her yıl bir gelenek haline gelen Spartan Mile 400 yarışı. Start verilmesini bekliyoruz

Video: Caner Odabaşoğlu - Spartan Mile 400 yarışı

Spartan Mile koşusundan sonra koşucular ve destek ekipleri otobüsler ile Sparta Belediye Başkanı’nın verdiği yemek için Spartadaki çok güzel bir restorana taşınıyor. Burada koşucular için yemek dışında sembolik bir takım hediye paketleri de veriliyor.

Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Pazar günü Sparta Belediye Başkanı’nın koşucular ve destek ekipleri için verdiği yemekten bir kare.

Bu yemek sonrasında artık Atina dönüş yoluna geçiyoruz. Eğer destek ekibiniz ve arabanız yok ise, yine organizasyonun ayarlamış olduğu otobüsler ile Atinaya gidiyorsunuz. Çünkü organizasyon hala bitmedi, Pazartesi akşamı Atina’daki çok güzel bir sahil restoranında madalya töreni var. Burada yine koşucular için çok şık hazırlanmış bir ortamda açık büfe yemekler veriliyor, bitiren koşuculara bitirme sertifikası ve madalyaları takdim ediliyor. Bu yıl ülke sırasına göre bitiren koşucular sahneye çağrıldığı için Türk takımı olarak üçümüz sahneye çıkıp madalyalarımızı Spartathlon organizasyonunun direktörü Kostis Papadimitriou’nun elinden alıyoruz. Bizi sahneye çağırırken Türkiye’den gelen özel dostlarımız şeklinde anons ederek bizleri onurlandırıyor. Abimin daha önceki yıllarda kurmuş olduğu ilişkilerin de bunda etkisi var diye düşünüyorum.


Fotoğraf: Aytuğ Çelikbaş - Pazartesi günü Atina’daki madalya töreni öncesi.


Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Pazartesi günü Atina’daki madalya töreninde abim ile beraber


Fotoğraf: Caner Odabaşoğlu - Türk ekibi olarak madalyalarımızı ve bitirme sertifikalarımızı aldıktan sonra Kostis Papadimitriou ile hatıra fotoğrafı.

Ve madalya töreni ile Spartathlon organizasyonu da sona geliyor. Yemekler yeniliyor, çalan müzikler eşliğinde sanki 1 gün önce o kadar mesafe koşulmamış gibi herkes çılgınca dans ediyor ve gecenin sonunda tüm koşucular seneye tekrar görüşmek üzere vedalaşıyor.


Değerlendirme

Yarışı değerlendirecek olursam, daha önce belirttiğim gibi yarışın atmosferini 2014 ve 2015 yıllarında destek ekibinde yaşamıştım ve inanılmaz etkilenerek dönmüştüm. Ama bu yıl koşmak ve olayların tam merkezinde olmak biraz daha farklı idi. Şu andaki duygularımı ve mutluluğumu kelimeler ile ifade etmem gerçekten çok mümkün değil. Bazen düşündüğümde hala koşan ben değilmişim gibi geliyor ve bazen kendime yarışı benim koştuğumu ve bitirdiğimi hatırlatıyorum. Yarışın nasıl geçtiğini düşündüğümde, aklıma ilk gelen şey tüm yarış boyunca hayatımda hiç olmadığım kadar motive ve hedefe odaklanmış şekilde koştuğumu fark etmek oldu. Elbette yarış esnasında endişelendiğim ve çok aşırı zorlandığım anlar oldu ama asla neden koştuğumu, nasıl biteceğini, neden kaydolduğumu gibi diğer yarışlarda aklıma gelen düşünceler aklımın ucundan dahi geçmedi ve bu tip şeylerden hiç yakınmadım. Daha önce 30-40 saatlik yarışlar koşmuştum ama ilk kez bu kadar yoğun duygular ile koştum. Aklımda sadece tek bir hedef vardı, o da yarışı bitirmekti. En zorlandığım anlarda kendi kendime Spartathlon’da koştuğumu, bunun birçok kişinin hayali olduğunu hatırlatarak keyif almaya çalıştım. Yarışta en zorlandığım bölüm sanırım 52K ile 58K ve 206K ile 220K arası olabilir. Ayrıca dağ tırmanışına yaklaşırken kısa süreli bir panik yaşadım. Bunun dışında her şeyin oldukça iyi gittiğini söyleyebilirim. 

Yarış için herkes gibi ben de belli planlar yapmıştım, ama öncelikli tek hedefim vardı, o da bitirmek. Yarış öncesinde kendime aşağıdaki gibi bir zaman çizelgesi hazırladım. Burada büyük istasyonlardaki zaman limitlerini, her noktayı kaç saatte geçmeyi hedeflediğim ve günün saatini yazdım. Keşke iki istasyon arasındaki mesafeyi verilen sürede kat etmek için gereken ortalama pace bilgisini de yazsaydım diye düşündüğüm zamanlar oldu. Çünkü sıkı zaman limitlerinden dolayı zaman arttıramıyorsanız cepten yememek için en az ne kadar hız ile gitmem gerektiğini hesaplama yapmama gerek olmadan bilecektim. Eğer bir daha koşarsam bu bilgiyi de mutlaka ekleyeceğim.

Ayrıca yarıştan 2 hafta önce saatimdeki ekranlarda bazı değişiklikler yaptım. Yarışta nabzımı takip etmeyeceğim için o ekranı çıkarttım ve yerine, içinde bulunduğum turun (1 tur = 1KM) ortalama pace bilgisini ekledim. Böylece içinde bulunduğum kilometre içinde belli bir hızdan daha yavaş olmamaya çalışacaktım ve bu bilgiyi anlık görebilecektim.


Profil: Aytuğ Çelikbaş - Mert’e taslak için teşekkür ediyorum

Yarış için hazırladığım çizelgede 80K’ya 8:00 ile 8:15 arasında gelmeyi planlıyordum. Ancak yarış günü sıcaklık normallerin çok daha üzerinde olacağından 8:45’e kadar esnetebilirim diye düşünmeye başlamıştım. Amacım 150K’lara kadar çok yavaşlamadan gidebilmek ve dağ geçişinden sonrasına kadar biraz zaman arttırabilmekti. Tahminlerin üzerindeki sıcaklık büyük çoğunluk gibi beni de fazla etkiledi ve özellikle ilk gün normalden çok daha fazla enerji harcamak zorunda kaldım. Yüksek sıcaklık ve nem tüm vücut dengelerini değiştiriyor. Normalden fazla terlediğiniz için yüksek oranda su ve tuz kaybediyorsunuz, kaslar normalden daha fazla zorlanıyor ve yıpranıyor, kalp atım hızınız daha yüksek oluyor ve dolayısı ile harcadığınız enerjiyi de etkiliyor. Bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda 200K noktasına oldukça iyi geldiğimi düşünüyorum. Daha önce en fazla 180K koştuğum için bu nokta bile en uzun koştuğum mesafeden daha uzundu. Bundan sonrası hem yorgunluk hem de biraz beynimin yarışı bitirebileceğimi anlaması ile rölantiye geçti. Şu anda düşündüğüm şey, eğer zaman limitlerine daha yakın olsam acaba son 46K’da neler yapabilirdim sorusu. Ayrıca yarış esnasında bir sakatlık yaşamadığım için de çok mutluyum. Yarış içinde zorlandığım anlarda hedefleri bölerek onlara odaklanmak iyi izlediğim bir strateji oldu.

Normalde mide açısından yarışlarda çok problem yaşayan biri değilim ama daha önce sıcak havada koştuğum birkaç yarışta mide bulantısı yaşamıştım. Hava iki gün de çok sıcak olmasına rağmen bu önemli yarışta mide problemi yaşamadım. Bu benim açımdan olumlu bir gelişmeydi. Püre, ekmek-peynir, yoğurt, çorba gibi kolay yenilebilir ve sindirilebilir yiyecekler yemenin de etkisi olabilir.

Burada şunu da belirtmem gerekir ki, Caner ve Suna’nın desteği olmasa bu yarışı bitirmem gerçekten mümkün değildi. Bunu sadece 35,5 saatlik bir efor olarak düşünmeyin, hazırlık süreci ve planlamalar gibi başarının ardında çok farklı parametreler var. Dolayısı ile buradan kendilerine tekrar çok teşekkür ediyorum. Elbette ailemin desteği olmadan bunun gerçekleşmesi pek mümkün değildi. Aylar süren antrenmanlardaki fedakarlıkların da bir yansıması mutlaka oluyor. Bu süreçte bana destek oldukları için onlara da buradan sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Yarış öncesinde ve sırasında bana sürekli destek olan Budak’a ve Spartathlon yarışını koşabilme hayalimin oluşmasında baş etken olan abime ne kadar teşekkür etsem azdır. Yaklaşık son 80K mesafeyi beraber katettiğim Mert ile destek ekibi Başak ve Can’a da bize yardımlarından dolayı çok ama çok teşekkür ederim. Ayrıca yarış öncesinde mesaj göndererek destek olan, sonrasında ise tebrik eden tüm arkadaşlarıma da kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum. 

Ayrıca bu organizasyonun gerçekleşebilmesini sağlayan tüm organizasyon ekibine, yüzlerce gönüllüye, Sparta fotoğraf kulübü üyelerine ve yolda koşarken bizleri görüp destekleyen herkese gönülden teşekkürler. Umarım bir gün bizim ülkemizde de bu tip koşu organizasyonlarına ve koşan sporculara hakettiği destek verilir.

Yarışı tekrar koşmak ister miyim? KESİNLİKLE EVET! Ama bir sonraki sefer olur mu, olursa ne zaman olur açıkçası bilmiyorum. Aklımdaki bir diğer soru, tekrar koşabilirsem aynı şekilde motive ve odaklanmış şekilde koşabilir miyim? Açıkçası bunu cevabını da ancak ikinci sefer sonrasında verebilirim diye düşünüyorum.

Ama şunu da itiraf etmeliyim, hayatımda uzak ara yaptığım en zor şey olmasına rağmen, yarış içinde bir sakatlık durumu olmaz ise tekrar bitirebileceğime inanıyorum. Ancak yarışın kendisini koşmaktan daha zor olan şey, hazırlık süreci. Günlerce, haftalarca, aylarca hava koşulları ne olursa olsun birçok şeyden fedakarlık yaparak, sürekli ve disiplinli şekilde antrenman yapmak her şeyden çok daha zor. Ama bu süreçten zevk alarak hedefinize ulaştığınızdaki mutluluk da kesinlikle tarifi mümkün olmayan müthiş bir duygu. 

Evet, tarihi açısından bu yarış oldukça özel ama kişisel fikrim bu yarışı çok daha özel yapan olimpik ruh ile düzenleniyor olması ve oluşturulan muazzam aile ortamı. Dünyanın çok çeşitli ülkelerinden farklı dilleri konuşan, farklı kültürlerden gelen birçok koşucu ile aynı duyguları paylaşıp bir bütün oluyorsunuz. Bu gerçekten anlatılması çok kolay olmayan, müthiş bir duygu. Bunun bir parçası olabildiğim için gerçekten çok mutluyum ve çok şanslı olduğumu düşünüyorum. 

Son olarak, evet Spartathlon zor bir yarış ama sebebi sadece mesafe değil. Zaman limitlerinin darlığı üstünüzdeki baskıyı her saniye canlı tutup rahatlamanıza izin vermiyor. Eğim profili üzerinde çok büyük gözükmeyen yokuşlar hızlı koşmak zorunda olduğunuz için normalden birkaç kat daha zor hale geliyor.

Bu yarışı görmeden yaşamadan anlamak gerçekten çok kolay değil. Ben de 2014’den önce abimden çok şey dinlemiştim, onun gönderdiği çok şeyi okumuştum ancak yarışı ancak gidip gördüğümde anlayabildim. Burada aklıma hep 2014 yılında destek ekibinde Suna ve benim ile beraber yer alan Alessia De Matteis’in şu sözü aklıma geliyor;

There are ultras. There are many. Then there is Spartathlon. Spartathlon is Spartathlon. Simply. That's it. If you don't go and see, you cannot understand how it is.

Dünyada ultramaratonlar var, hem de çok sayıda. Bir de Spartathlon var. Spartathlon Spartathlon’dur. Hepsi bu. Neye benzediğini anlamak için gidip görmeniz gerekir.




Yarışı Suunto 9 Baro ile koştum, finişte hemen durdurmayı unuttum. Resmi süre 35:33:28. 
Neden 2K fazla gösterdiği hakkında bir fikrim yok. 






 

Comments

  1. Candan Tebrikler , koşu kariyerinde ulaştığın nokta inanılmaz. Bundan sonra da sağlıkla keyifle nice finishler diliyorum.

    ReplyDelete
  2. Çok güzel bir rapor olmuş. Müthiş bir efor. Canı gönülden tebrik ederim

    ReplyDelete
  3. To my dad Aytug Celikbas,

    For always teaching me that there is no elevator to success ,you have to take the stairs.

    Thank you,
    Idil Celikbas

    ReplyDelete

Post a Comment

Popular posts from this blog

Ultra Trail Mont Blanc (UTMB) 2017 Yarış Raporu